FİLM VE GERÇEKLİK

FİLM VE GERÇEKLİK

Film ve gerçeklik, sinemanın ilk yıllarından beri tartışılan bir konudur. Bu tartışmanın en can alıcı noktalarından biride filmin bir sanat olup olmadığı sorunudur. Filmin, resim, müzik ve yazın gibi “sanatsal sonuçlar üretmek için kullanılabilecek ama bu amaçla kullanılması zorunlu olmayan bir araç olması” birçok tartışmaya neden olmuştur.
Filmi gerçek dünyanın mekanik bir yansıması olarak gören kimi çevreler, sinemanın sanat olarak nitelendirilmesine karşı çıkarlar. Oysa bunun tersini ortaya çıkarmak için, film sanatının işleyiş ilkelerini ortaya koymak yeterlidir. Bu ilkeler kısaca şunlardır:

-Cisimlerin Düz Bir Yüzey Üzerine Yansıtılması: Bu konuda görüş açısı çok önemlidir. Örneğin bir küp düşünelim. Gözümüz veya kamera merceği bu küpe tam karşıdan baktığında sadece onun 2 boyutunu seçebilir. Bu yüzden onu bir küpten çok bir kare olarak isimlendirebiliriz. Oysa küpün diğer kenarlarını görebilecek en doğru açıyı bulmak her zaman daha önemlidir. Kamerada bu açıyı ararken dikkat edilmesi gereken şey en karakteristik açıyı bulmaktır. İşte bulacağımız bu farklı açı, filmi sanatlaştıran öğelerden biri olacaktır.



-Derinliğin azalması: Derinliğin azalması üç boyutluluk izleniminin yitirilmesine neden olur. Bu gerçekçiliğin azalması anlamına da gelir. İki boyutlu olan perdede bir çok görüntü iki boyutlu olarak gözükebilir. Aynı şekilde elinde gazete tutan bir adam, gazetenin köşesiyle “birleşmiş” izlenimi bırakabilir. Bu hatalara neden olan şey, filmin etkisinin ne tam olarak ikiboyutlu ne de tam olarak üçboyutlu olmasıdır.

Ayrıca burada dikkat edilmesi gereken başka bir şeyde “boyut değişmezliği” ilkesidir. Gözün çalışma prensibine göre bir adam üç metre uzakta durursa ve aynı boyda bir başkası da altı metre uzaklıkta durursa, ikincinin görüntü alanı birincinin dörtte biri kadar olması gerekir. Aynı şekilde elini bize doğru uzatmış bir adamın eli çok büyük yüzü ise çok küçük gözükmelidir. Oysa biz bu görüntüleri böyle görmeyiz. Boyut değişmezliği ilkesince bilinçsiz olarak bu perspektif olaylarını “görmezden geliriz” Ancak kamera merceği bunu yapamaz. Çalışma prensibince oluşan bu boyut değişiklikleri onu gözümüzün gördüğü gerçeklikten uzaklaştırır.

-Renklerin Yokluğu ve Işıklandırma: Özellikle siyah-beyaz filmlerde oluşan bazı görüntü özelliklerini, sinema izleyicisi kafasında bir şekilde tamamlasa da, gerçeklikten çok uzaktadır. Örneğin kırmızı ve siyah renkler ton farkı dışında bir birinden ayırt edilemez. Ancak seyirciler, görüntüdeki kadının dudağının kırmızı olduğunu(siyah gözükse de),saçının sarı olduğunu(beyaz gözükse de)varsayabilir. Aynı şekilde sahnelerin aydınlatılma özelliğine göre birçok farlı görüntü oluşturulabilir.

-Görüntünün Sınırlanması ve Nesneye Olan Uzaklık: Görüş alanımız sınırlıdır. Bunun nedeni göz organının belli bir görme açısına sahip olmasıdır. Ancak pratikte durum değişir. Gözün bakış yönünün sürekli değişmesi ve bizim kafamızı hareket ettirebilmemiz, görüntüdeki sınırı ortadan kaldırır. Oysa filmde durum böyle değildir. Filmde görüntünün kenarları tarafından “sınır”landırılırız. Kenarların altını ve üstünü görmemiz mümkün değildir.

Bu durum boyutlar arasındaki farkı anlamamızı güçlendirir. Gerçek hayatta bir cismin ne kadar büyük olduğunu anlamak için o cismi çevredeki başka bir nesneyle “kıyaslarız”. Bunun için gözümüzü hareket ettirmemiz yeterlidir. Oysa ekranda sadece tek bir cisim varsa onu başka bir cisimle karşılaştıramayız. Bu onun hakkında tam olarak doğru bilgiler edinmemizi zora sokar.

Nesneye olan uzaklık birçok açıdan çok önemlidir. Gerçek hayatta görmek istediğimiz bir cisme yaklaşabiliriz. Kamerada ise bu, merceğin yaklaştırma yoluyla olabilir. Bu olay, cismin ekranda ne kadar büyük görüneceğine karar vermemizi sağlar. Aynı şekilde gösterilmek istenilen görüntünün boyutu, perdenin büyüklüğüne de bağlıdır. Bir TV ekranında normal gözüken bir cisim, sinema perdesinde bize farklı duygular uyandırabilir. Aynı şekilde perdede gösterilen bir cismi, tam karşıdan gören bir izleyici ile yandan bakan bir izleyici farklı şekilde görüntüyü algılar.

-Zaman Uzam Sürekliliğinin Yokluğu: Gerçek yaşamda her olay uzamsal ve zamansal olarak kesintisiz ve art arda tamamlanır. Örneğin bir insan evden dışarı çıktığında birden bahçeye inmez. Önce kapıya yönelir, merdivenlerden iner ve ardından bahçeye çıkar. Aynı şekilde bir olayı yaşarken birden 1 saat sonrasını göremeyiz. Birebir o saati yaşamamız gerekir. Filmde ise bu böyle değildir. İstenilen çekim zamanı bölünebilir. Bir sahnenin ardından bambaşka bir zamanda geçen bir sahne gelebilir. Ayrıca bir görüntü bir evi gösteriyorsa peşinden gelen görüntü bahçeyi göstertebilir. Bu zaman ve yer atlamaları filmi “sanat” haline getiren en önemli öğelerdendir. Ancak bunun doğru kullanılması çok önemlidir.
Senaryonun kötü olduğu bir öyküde zaman ve yer sıçramaları göze batacaktır. Ancak iyi işlenmiş bir öyküde bunlar seyirciyi rahatsız etmez. Özellikle aynı anda meydana gelen olaylarının anlatımında bu daha fazla önem kazanır.

Film bazı yönlerden tiyatroya benzese de bazı temel yönlerden farklılık gösterir. Tiyatro doğayı yeniden üretir ancak tiyatro salonunun seyircilerin oturduğu bölümdeki gerçek zaman ve uzamdan bağımsız olarak doğanın yalnızca bir bölümünü üretir. Tiyatroda geçen bir “zaman” vardır .Bu onu hareketsiz bir resimden ayıran en önemli özelliklerden biridir.

Film ise resimle tiyatro arasında bir gerçekliğe sahiptir. Uzamı sunar ve bunu tiyatrodaki gibi gerçek uzamın yardımı olmadan düz yüzeye sahip sıradan bir fotoğraftaki gibi yapar. Ancak hareketsiz fotoğraftan daha güçlü bir etkiye sahiptir. Film çok güçlü bir uzamsal etki vermediğinden montaja imkanlı hale gelir. Bunu mümkün kılan görüntünün kısmen gerçek dışı olmasıdır. Oysa tiyatroda, dördüncü duvarın olmaması, oyundaki olayların geçtiği yerlerin değişmesi ve insanların teatral bir dille konuşması dışında gerçek yaşama çok benzer.

-Duyuların Görülmeyen Dünyasının Yokluğu: Gerçek hayatta sadece gözümüzü değil bütün duyularımız aynı anda kullanırız. Oysa filmde sadece gözümüzü kullanabiliriz. Bu bazı sahneleri anlamamızı zorlaştırır. Eğer sahne basit bir görüntüyse beynimiz gözümüzle gördüğümüz olayları tamamlar. Ancak karmaşık durumlarda bu yeterli olmayabilir. Örneğin hareket halinde olan cisimleri izlerken, kameranın mı yoksa cisimlerin mi hareket ettiğini fark etmek oldukça güçtür. Aynı şekilde eğimli bir yüzeyin fotoğrafı bize yokuş izlenimini veremeyebilir.

Yukarda bahsedilen ilkeler hem sinemanın ana prensiplerini anlamamıza hem de filmin sanat olup olmaması sorusuna cevap bulmamızı sağlar.



ONUR ÇOBAN
RTS 4.SINIF

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...