Kelam

 Felsefeye bir bakış
48.Bölüm: Kelam

Yazan: Onur Çoban

İslam’da İnanç
 
            İslam Felsefesi, ortaçağda altın günlerini yaşamış ve İslam dünyası ise dönemin en önemli kültür, bilim ve sanat merkezi durumuna gelmişti. Batı Dünyası Hristiyan FelsefesininPatristikFelsefe döneminin zirvesini geri de bırakmış, Skolastik Felsefe dönemine ise uzak gözükmektedir. Bu dönemde tercüme hareketleri ile başlayan düşünce patlaması Ortadoğu’da etkin olmuştur.
           
         İslam Felsefesi önceki bölümde de anlatıldığı gibi bir anda gerçekleşmemişti. Onunla birlikte Kelam ve Tasavvuf gibi farklı düşünsel hareketler felsefenin adeta öncüsü/yancısı olmuşlardı. Her ne kadar felsefenin akılcı anlayışına göre az veya çok farklılıklar içerse de bu ilimler de düşünce alanında oldukça etkin olmaları bakımında incelenmesi gerekmektedir.
 
    İslam Düşünce geleneğinin üç ana kolundan biri olan Kelam; akla verdiği önemle dini inanç konularını açıklama ve temellendirme anlayışı güden bir ilimdir. Fıkıh ilminden ayrılarak ve ondan kıyas yöntemini alarak bağımsız bir disiplin haline gelmiştir. Diğer iki düşünce geleneğinden akıl ile nakil konusundaki duruşuyla da ayrılır.



 
            İslam Felsefesinin oluşumda felsefe dışı düşünce geleneklerinin etkisi büyük olmuştur. Hz. Muhammed’in vefatı sonrası özellikle halifelik konusundaki siyasi kargaşa, EmeviDevletinin Araplara, özel olarak da Emevi ailesine karşı vermiş olduğu ayrıcalıklı tutum, Abbasi Devletinin kanlı bir biçimde iktidarı alması, Sünni ve Şii mezhepleri arasındaki siyasi ayrışma ve her iki mezhebe de karşı duran Haricilerin mücadelesi bir imparatorluk haline gelen İslam Devletinin karmaşaya sebep olmuştur.
 
            Siyasi konularda yaşanılan bu çekişme zamanla dini anlayışta da farklar oluşmasına sebep olmuştur. Bununla birlikte çok kısa sürede büyüyen İslam’a; Türk, İranlı, Hintli gibi farklı milletlerden kişilerle dahil oldu. İspanya’dan Mısır’a, Anadolu’dan Hindistan’a kadar farklı coğrafya da yaşayan insanlar bu yeni dine karşı farklı yaklaşımlarda bulunmaları kaçınılmazdı
 
            Bu açıdan kabaca İslam Hukuku diyebileceğimiz Fıkıh ortaya çıktı. Fıkıh alanı genişledikçe
www.onurcoban.com var olan Siyasi Mezheplerin altında farklı Fıkıh Mezhepleri de ortaya çıktı. Zamanla Fıkıhın içinden Kelam ve Kelam Mezhepleri de var oldu.
 
            FIKIH
           
            Kelam inanç(itikat) konusunu ele alırken Fıkıh, davranış (Amel) konusunu ele alır. Akait, usulüd-din gibi de isimlendirilir. En bilinen iki tanımı Farabi’ye göre; “Kelâm sanatı, din kurucusunun açıkça belirttiği belli düşünce ve davranışları teyit edip bunlara aykırı olan her şeyin yanlışlığını sözle gösterme gücü kazandıran bir tartışma yeteneğidir”. Adudüddin İci’ye göre “Kelâm, kesin deliller getirmek ve ileri sürülecek karşı fikirleri çürütmek suretiyle dinî inançları kanıtlama gücü kazandıran bir ilimdir.” 
 
            Kelam kısaca dini konuları akıl yardımıyla açıklama ve kanıtlama ilmidir. Kelam’da önemli olan akıldır. Ancak bu nakli yani vahiy bilgisinin önemi yok saymak değildir. Aksine kelamcılar dine ait düşünceleri baştan kabul eder. Ancak bunları sırf vahiy yoluyla tebliğ edildiği için kabul etmekle kalmazlar. Onlar bu düşünce ve kuralların akılla da ispatlanabildiğini savunurlar. Aynı şekilde dine karşı olanların görüşlerini akılcı düşüncelerle mücadele edilebileceğini göstermek isterler. Onlar için Allah’ın verdiği aklı kullanmak önemlidir.
 
            İslam Düşüncesinin 3 temel ilmi olduğu kabul edilir. Tasavvuf iman ve vahiy bilgisine önem verir. Felsefe ise akla dayalı düşünceyi kabul eder. Kelam ise bu ikisinin adeta ortasında gibidir. Bu açıdan Kelamcılar zaman zaman her iki taraftan da eleştiri almışlardır. Akıl konusunda felsefeye daha yakın olan kelam, dini referans alması bakımından ondan ayrılır. Elbette İslam Felsefe geleneğinde dinin önemi tartışılmaz ancak yine de konu ve yöntemleri bakımdan İslam felsefesi, eski Yunan felsefe geleneğinden beslenirken, Kelam İslam’da daha içten ortaya çıkmış olan bir düşünce geleneğidir. Ancak zamanla felsefeye de benzerlik göstermiştir. Hatta ilerleyen yüzyıllarda Kelam eserleri Felsefe geleneğini kullanarak yazılmıştır.www.onurcoban.com
 
            Kelamın sorgulayan yapısı ve akılcı düşünce tarzı bu çalışmanın da konusu olmasına neden olmuştur. Kelam; İlk İslam Filozofu kabul edilen Kindi öncesi adeta felsefenin yerinde olan bir düşünce geleneğidir. Özellikle Gazali sonrası Mantık konusunu (ki Aristoteles mantığı) da içine almasıyla önemli bir disiplin olmuştur.
 
     Kelam genel olarak iki ayrı dönemde ele alınır. İlk Kelamcılar (El- mütekaddimun) ve sonraki kelamcılar (El-müteahhirun) bu ayrımın ortasında Gazali bulunur. İlk kelamcılar felsefe ve mantıktan daha uzaktır. Fıkıhçıların kullandığı kıyas yöntemiyle eserler üretmişlerdir. Daha çok din usullerini tartışır. Sonraki kelamcılar için mantık bilimi önemli olmuştur. Her ne kadar felsefecileri sevmeyen Gazali’nin etkisi olsa da bu dönemde kelam gittikçe felsefeye de benzemiştir. Gazali bu dönemde tasavvuf ile kelamı uzlaştırmaya da çabalamıştır.
 
            İlk dönem kelamcılar içinde;
 
Bakıllani, İbn Fürek, Hakim es-Semerkandi, Ebu Seleme es-Semerkandi, Ebü’l-Yüsr el-Pezdevi, Ebü’l-Muîn en-Nesefi, Said bin Cübeyr, Mabed el-Cüheni, Cehm bin Safvan, Vasıl bin Ata, Hişam bin Hakem, Ebü'l-Hasan Eşarî, Ebû Mansur el-Matüridi, Ebu Ali el-Cübbai gibi isimler sayılabilir.
 
          İkinci dönemde ise;
 
Necmeddin en-Nesefi, Siraceddin el-Uşi, Şehristani, Nureddin es-Sabuni, , Fahreddin Razi, Seyfeddin Amidi, Kadı Beyzavi, Adudüddin İci, , Teftazani, Cürcani, İbnü’l-Hümam, Devvani gibi isimler yer alır.
 
            Kelamın ana konusu inanç yani itikattır. Allah’ın sıfatları, Allah’ın birliği ve bu dünya ile olan ilgisi, Peygamberlik, yaratılış, ahiret gibi konuları ele alır. İnanç konusundaki görüşler nedeniyle Sünni, Şii, Harici gibi siyasi mezheplerle; Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli, Caferilik, İsmaililik, Zeydilik, İbadiyye gibi fıkıh mezheplerinin içinde çeşitli Kelam Mezhepleri de oluşmuştur. Kelam mezheplerine İslam Dini İtikadi Mezhepleri adı verilir. Bunlardan bazıları; Mutezile, Selefilik, Eşarilik, Matüridilik, Mürcie, Cebriye, Kaderiye olarak isimlendirilir. Burada keskin bir sınır yok gibidir. Örneğin Sünni fıkıh mezheplerinden Hanefilik içinde hem Matüridi hem de Eşarilik mevcut olabilir.
 
            İslam düşüncesi alanında felsefeye oldukça yakın olan Mutezile ile İslam düşüncesine etkisi büyük olan Eşarilik ayrıca detaylı incelenecektir. Ayrıca Şii kaynaklı 12 İmam görüşü de farklı bir bölümde detaylanacaktır.
 
            Kelam mezhepleri fıkıh kaynaklı olarak çıkmış olsa da tarihsel bir süreci de vardır. Özellikle Hariciler ’in “Büyük Günah İşleyenler” in dinden çıktığını söylemeleri diğer bazı düşünürlerin ise bunun aksini savunmaları ilk fitili ateşlemiştir. Ayrıca İslam’ın ilk büyük düşünürlerinden Hasan-ı Basri ile yaşadığı görüş ayrımı ile Mutezile taraftarlarının ortaya çıkması bu tarihsel süreci başlatmıştır.
 
    Büyük Günahlar sayısı kesin olmasa da genellikle İslam’ın kesinlikle yasakladığı düşünülen günahlardır. Allah’a ortak koşmak (Şirk), adam öldürmek gibi günahları işleyenlerle diğer günahları işleyenler aynı mıdır? Bu soru kelamcıların ilk önemli sorusu olmuştur.
 
    Mutezilenin ortaya çıkışı bir hikaye ile anlatılır. Hasan-ı Basri, Basra’da bulunan okulunda dersler vermektedir. Büyük günah işleyenlerin durumundun tartışıldığı bir derste talebelerinden Vasıl bin Ata “Büyük günah işleyen ne mümindir ne de kafirdir, fasıktır” diye cevap verir. Ancak bu görüşü Hasan-ı Basri kabul etmez. Bunun üzerine Vasıl bin Ata ve yandaşları orayı terk eder. Hasan Basri bunun üzerine “Vasıl bizden ayrıldı” der. Mutezile “ayrılanlar” manasına gelir.
 
           İslam’ın ilk akılcıları olarak görülen Mutezile, kelamın da önemli olmasına sebep olmuşlardır. Düşünce alanındaki önemleri nedeniyle daha detaylı incelenmesi gerekmektedir.
 
           Haricîler Büyük Günahlar konusunda netti. Onlara göre Büyük Günah işleyenler dinden çıkmıştı. Tarihsel süreçte birçok kişi bu nedenle haricilerce öldürüldü. Günümüzdeki Harici kolu İbadiyye (İbadilik)  bu açıdan daha ılımlıdır.
           
    Bir kelam ekolü olan Mürcie, günahların özellikle büyük günahların kişiyi dinden çıkardığı görüşünde olan Haricilere karşı bir akımdı. Onlar göre günah işleyen bir kişinin durumuna sadece Allah karar verirdi. Davranışların ahiret yaşamına doğrudan bir etkisi onlara göre yoktur. Bir mümin günah işlesin veya işlemesin onun ahiretteki durum önceden belli değildir.
           
        Fıkıh mezheplerinden Hanefiliğin içinde yaygın olarak görülen kelam ekolleri Eşarilik ve Matüridilik’tir. Sünni mezhebine bağlı olan Ebu Hanife, inanç ve büyük günahlar konusunda bazı temel görüşler öne sürmüştür. Vefatından çok sonra onu görüşleri Hanefilik fıkıh mezhebi olarak kabul edilmiştir. Kelam yani itikadi mezheplerden Matüridilik sadece Hanefiler kabul edilirken, Eşarilik; Şafii ve Malikiler içinde de yaygındır. Günümüzde Hanefi ve Hanbeliler içinde de Eşarilik yaygınlaşmayaonurcoban başlamıştır. Eşariliğin kurucusu Eşari kendisini Hanbeli olarak görürken, Cüveyni gibi birçok Eşari önderi ise Şafii’ydi. Yine önemli bir Eşari olan Bakillani ise Malikiydi.
 
            Bu iki kelam mezhebinde iman ile davranış aynı şey değildir. Bir kişi dürüstçe inanıyorsa mümindir. Ancak hata, yanlış ve öfke gibi duygusal nedenlerle günah işlerse bu kişi dinden çıkmaz. Affedilmeyi umar, tövbe eder. Kararı Allah verecektir. Ancak mutezile gibi üçüncü bir sıfatta da gösterilmez.
 
        Düşünsel alanda etkin olan bu akımlar ayrıca incelenecektir
 
            Kelamcılar bilgi ile itikati (inancı) bir tutar. Onlara göre inanç kesinleşmiş bilgi demektir. Matüridilik ise bilgiyi üçe ayırır. Fiziki dünyadaki bilgi duyulardır. Geçmiş ve görülmeyen şeylerin bilgisi ise haber kaynaklıdır. Allah ve Peygamberden gelen haber güvenilirdir. İnsandan gelen haber yalan olma durumu olsa da yine de bilgi açısından önemledir. Bilginin önemli kaynaklarından biri ise akıldır. Düşünme, analiz etme, çıkarım yapma yeteneği Allah’ın bahşettiği ve Kuran’da da önem verdiği bir şeydir. Bu açıdan aklı yok saymak saçmadır. Mutezile kelamcıları vahiy bilgisine ihtiyaç duyulsa bile aklın en önemli unsur olduğu savunur. Eşarilik ve Matüridilik ise nakle tasavvuf kadar olmasa da kelam içinde daha fazla önem verirler.
 
            Bir şeyin iyi ve güzel olması da kelamcıların tartıştığı bir konudur. Eşariler din tarafından yasaklanan şeyleri kötü, gerisinin iyi olduğunu söylerler. Mutezile ve Matüridi geleneği ise güzel ve kötünün akılla bulunabileceğini savunurlar.
 
            Kelamın ana konularından biri de kaderdir. Cebriyye (cebriye, cehmilik) adı verilen kelam grubu kaderci bir yaklaşımla konuyu ele alır. İnsanın özgür iradesinin bulunmadığı kabul ederler. Onlara göre her şey, her davranış Allah’ın iradesiyledir. Bu görüşü ilk defa olmasa da sistemsel hale getiren Cehm bin Safvan’dır. Bu düşünceye göre Allah, tüm kaderi önceden belirlemiştir. İnsanların isyan etmeleri bile bu önceden yazılmış olanın bir parçasıdır. Hiç kimse kaderini, davranışları değiştiremez. Bunun böyle olmaması mantıksızdır. Çünkü bireyin özgür iradesi her şeyi bilen Allah’ın belirlediğinin dışına çıkmaktır ki bu da Allah’ın anlamına aykırıdır.
 
            Diğer kelamcılar bu düşünceye karşı çıkarlar. Eğer özgür iradeye tamamen karşı çıkılırsa Allah’ın insanları uyarmak ve tercih yapmalarını sağlamak için gönderdiği peygamberlere gerek yoktur. onurCennet ve cehennem veya bu dünyada ceza ve mükafatın da bir önemi kalmayacaktır. Bu hem Allah’ın merhamet ve iyilik özelliğine hem de dinin yapısına aykırıdır. Ayrıca her şeyin tüm ayrıntısına kadar yazılı olması sorumluluktan da kaçmaya neden olabilir bu da toplumsal yaşama ve ahlak anlayışına zarar verir.



 
            Bu anlayışında karşısında Kaderiyye (kaderiye, kaderilik) vardır. Kelime kaderci anlamını çağrıştırsa da tam tersidir. Bu görüşe göre Mabed el-Cüheni tarafından özellikle Emevi kaderci anlayışına karşı olarak başlamıştır. Emevi idareciler mutlak iktidarlarını kadere bağlıyor ve karşı çıkılmaması gerektiğini belirtiyorlardı. Kaderriye grubu özellikle kötü davranışların Allah tarafından değil insan tarafından geldiğini söylerler. Kötülük özgür iradeye sahip bireyin yaptığı bir tercih sonucunda gerçek olabilir. Kaderiye görüşüne karşı çıkanlar, insan özgür iradesini fazla önem verildiği ve Allah’ın gücünü yok saydıklarını söyleyerek onları eleştirilmiştir.
 
            Mutezile, Cebriye ve Kaderiyenin ortasında gibidir. Onlara göre özgür irade olmasa tercih yapılamaz. Bu da Allah’ın sunmuş olduğu ödül ve ceza sistemine uymaz. Adalet kavramı burada önemlidir. İnsanlar yapmış olduğu fiillerle adil bir yaratıcı tarafından ödül veya ceza alacaklardır. Allah insanlara tüm seçenekleri sunar. İyi veya kötüyü seçmek bireyin sorumluluğundadır.
 
            Eşariye ve Matüridilik ise ortada bir görüş benimser. Eşari geleneğindeki kesb adı verilen görüşe göre her fiili yaratan Allah’tır. İnsanın bir davranış yapma kudreti değil kesbi vardır. Yani yaratıcıdan aldığı yetki, onay ile bir davranışı yapma durumu... Matüridilik de her fiili yaratanın Allah olduğu söyler. Kişiler kesb ile yani yaratılmış olan fiili gerçekleştirmek yönünden sorumludur. Bu açıdan insan sorumsuz değildir.
 
            Kelamın bir başka sorunu Allah’ın sıfatları konusudur. Cebriyye, Allah’a verilen tüm sıfatların insanlara özgü sıfatlar olduğunu bunları yaratıcı için kullanmanın onu yüce ve üste olduğu anlamına aykırı olduğu söylerler. Bu yüzden; gören, işiten, duyan gibi sıfatların Allah’a ait olamayacağını söylerler. Bu adeta Aristoteles’in bu dünya ile ilgilenmeyen Tanrı anlayışına benzemektedir.
 
            Ehli sünnet kelamcıları sıfatların olmasının Tanrının düşünülmesine yaradığı ve olmamasının insan aklının Allah’ı bilemeyeceğini belirtmişlerdir. Bu açıdan sıfatlar daha çok bir araç konumundadır.  
www.onurcoban.com        
 
İslam’a özgü bir düşünce sistemi olan Kelam günümüzde de hala etkili bir alandır. İnanç alanında ortaya koyduklarıyla İslam filozoflarına da adeta bir yol açmışlardır. İslam Felsefesi döneminden sonra da Yeni Kelamcılar olarak bilenen din alimleri modern yöntemlerle kelamı incelemeye devam etmişlerdir.
 
            Yeni devir kelamcıları arasında İzmirli İsmail Hakkı, İsmail Fenni Ertuğrul, Elmalılı Muhammed Hamdi, Filibeli Ahmed Hilmi, Ferid Vecdi gibi isimler sayılabilir.

            Kelam’ın düşünce tarihi içinde önemli akımları Mutezile, Eşarilik, Matüridilik ve İmamet düşüncesi ayrıca ele alınacaktır.

Yazının diğer bölümleri için tıklayınızFelsefeye bir bakış-Giriş-


Onur Çoban

 Felsefe tarihinin diğer bölümleri için;

Felsefeye bir bakış-Giriş-




İslam Düşüncesinin Doğuşu

Felsefeye bir bakış

47.Bölüm: İslam Düşüncesinin Doğuşu

Yazan: Onur Çoban

İslam’ın Altın Çağı

Felsefe tarihleri genelde Batı Felsefesi Tarihi olarak yazılır. Buradan kasıt aslında antik Yunan kökenli felsefe geleneğidir. Çin ve Hint felsefeleri gibi doğu felsefeleri farklı bir tarihsel süreç yaşasa da bu durum Ortadoğu için aynı değildir. İslam Felsefesi olarak bilinen dönem Batı Felsefesinin tam orta noktasındadır. Ancak çoğu felsefe tarihinde bu kısım atlanır.

Ortaçağ olarak adlandırılan yaklaşık MS 500-1500 yılları arasında gerçekleşen felsefi döneme genel olarak Ortaçağ Felsefesi adı verilir. Ancak bu 1000 yıllık dönem tek bir felsefe sistemine ait olan bir dönem de değildir.

 Ortaçağ, günümüzde bakıldığında kimi zaman haklı kimi zamansa haksız bir biçimde “karanlık dönem” olarak adlandırılmıştır. Bunun en önemli nedeni, Batı Dünyası için bu dönemin, yüzyıllar süren felsefe ve siyasi istikrar döneminden sonra gelen uzun bir karamsar dönem olmasıdır. Gerçekten de merkezi bir güç olan ve bilinen dünyanın neredeyse tamamına hükmeden Roma İmparatorluğu, günümüzdeki Avrupa halklarını oluşturacak olan, o günkü barbarlarca yağmalanmış, önce ikiye bölünmüş sonra da Batı Roma İmparatorluğu yıkılmıştır. Doğu Roma ise Latin özelliğini kaybetmiş ve Yunan kültürünün bir parçası haline gelmiştir. Bu ayrımdan hemen önce yaşanılan Helenistik Dönem bir süre felsefi yükselişi sürdürse de zamanla artan savaşlar, salgın hastalıklar, barbar istilaları sonucu artan siyasi istikrarsızlıklar gibi nedenlerle Ortaçağ sanat ve bilim konusunda gelişme gösteremeyen bir döneme girmiştir.

Bu dönemde eski dinlerin yerini hızlıca alan Hristiyanlık giderek baskınlaşmış ve kiliseler aracılığıyla siyasi, sanat ve düşünce dünyasının tek hakimi olarak batıda üstünlük kurmuştur. Gerçekten de eski Roma topraklarında neredeyse resmi felsefe olan Stoacılık önemini kaybetmiş, Hristiyan Felsefesi tek güç haline gelmiştir. 

Ortaçağ felsefesi olarak düşünüldüğünde Ortadoğu’da farklı bir durum yaşanmaktadır. Ortadoğu da ortaya çıkan İslam kültürü eski Yunan kültürünün izinden gitmiş bilim ve felsefede o dönem için batının hayal bile edemeyeceği ölçüde gelişmiştir. İslam Felsefesi özellikle karanlık kabul edilen batı ortaçağından ayırmak gereklidir. Örneğin Aristoteles yüzyıllarca batıda unutulmuşken, doğuda kitapları üzerine şerhler yazılmaktadır. Batı Aristoteles’i Yunancadan değil Arapçadan Latinceye tercüme etmiştir. 

İslam Felsefesi adeta iki Hristiyan felsefesini ortadan ikiye böler. Kilise Babaları ve AzizAugustinus gibi Patristik Felsefe döneminden sonra; Aquinolu Thomas, Duns Scotus ve Ockhamlı William gibi Skolastik Felsefe döneminden önce İslam’ın Altın çağını konumlandırabiliriz. Bu açıdan Patristik Felsefenin Platon yönünün değişimi İslam filozofları sayesinde olmuştur. Aristoteles’i şerh eden Farabi ve İbni Sina gibi filozoflar zamanla Latinceye çevrilerek Avrupa’da okunmuş ve skolastik dönemin önemli referansları olmuşlardır. 



İslam Felsefesi sadece Müslümanların felsefesi değildir. Baskın olduğu yüzyıllarda Müslüman, Yahudi ve Hristiyanlarca yapılan bir felsefeyi ifade eder. Her ne kadar din ağırlıklı bir felsefe de olsa, İslam Felsefesine daha geniş bakmak gerekmektedir. Bu felsefe İslam Kültürünün etkin olduğu, İslam İmparatorluğu ve coğrafyasında yapılan felsefe olarak kabul etmek gerekir. Bu coğrafya da sadece Ortadoğu değildir. Bugün İspanya’nın olduğu Endülüs Bölgesi gibi doğrudan Avrupa’da bulunan bir nokta İslam Felsefesinin en üst seviyede yapıldığı yerlerden biridir. Aynı şekilde Mısır, Anadolu, günümüzdeki Irak ve İran gibi farklı noktalar da, felsefenin önemli merkezleridir. Sadece düşüncede değil, tıp ve bilimde de Bağdat ve Basra gibi şehirler Avrupa’nın çok ilerisindedir. 

İslam’ın Altın Çağı olarak isimlendirilen ve kültür, felsefe, sanat, bilim, tıp gibi onlarca farklı alanlarda çalışmalar yapılan bu dönemde Arap, Türk, Acem, İbrani, Süryani vb. birçok ulustan insan eserler üretmiştir. Abbasiler devrinde zirvesini yaşayan bu dönem önce artan Moğol baskısı, ardından da batının bilim ve teknolojideki ilerlemesinewww.onurcoban.com ayak uyduramaması ile sona ermiştir. Üstüne felsefeyi adeta ikinci plana atan düşünce akımları ve bağnaz dogmaların artması ile Batı ve Ortadoğu arasından uçurum oluşması kaçınılmaz olmuştur. Rönesans ve Bilimsel Gelişmeler sonunda Avrupa’da Modern Dönem başlamıştır. Felsefe alanında bunun öncüsü Rene Descartes kabul edilir. 

İslam Felsefesini anlamak için doğal olarak İslam’ı ve onun tarihsel gelişimini incelemek gerekir. Ancak teoloji farklı bir alan olması nedeniyle burada kısaca değinelim. 

Arabistan’da yaşayan Hz. Muhammed’e 610 yılında vahiy inmesi ile İslam’ın başladığı kabul edilir. Başlangıçta İslam Mekke’de yayıldı. Ancak Müslümanlara artan baskılar sonucu önce bazı Müslümanlar Habeşistan’a sonra da çoğu Medine şehrine göç yani hicret etti. Hicret, Hicri Takvimin de başlangıcı olduğundan tarihsel referans için önemlidir. Bir süre sonra Mekkeli putperestler ile birçok savaş yapılarak Mekke Müslümanlarca fethedildi Bu olay sonrası İslam hızla yükselişe geçti. Hz. Muhammed vefat ettiğinde tüm Arabistan bu yeni devletin himayesi altına girmişti. 

Hz. İsa’nın aksine Hz. Muhammed aynı zamanda bir devlet başkanıydı. Hristiyanlık yüzyıllarca yeraltında faaliyet gösterirken İslam çok hızlı bir biçimde devlet ardından da imparatorluk olma şansını elde etti. Ancak bu denli güçlenme ve zenginleşme doğal olarak siyasi kargaşalara da neden olmaya başladı. onurcoban.com

Hz. Muhammed’in vefatından sonra en önemli sorun halifelikti. Halife hem dinin başı hem de bu yeni devletin yöneticisiydi. Bu hem dini hem de siyasi bir güç demekti. Bu yeni kurulan devletin de henüz tam kurumsallaşmamış olması ve Arapların bu çapta bir devleti ilk kez yönetecek olması da önemli bir sorundu. Sonraki yüzyıllar da devlet hem kurumsallaşmış hem de Türk ve Acem birçok isim yönetim ve orduda söz sahibi olacaktı. 



Hz Muhammed’in vefatından sonra yakın arkadaşı ve ilk Müslümanlardan /Sahabeler den Hz. Ebu Bekir halife oldu. Yaşı ilerlemiş olan Hz. Ebu Bekir sadece 2 yıl halifelik yaptı. Onun döneminde Hristiyan Bizans ve Zerdüşt Sasani İmparatorluğu ile savaşıldı. Ardından Hz Ömer halife seçildi. Onun döneminde İran, Mısır, Filistin gibi topraklar alınarak devlet bir İmparatorluk halini aldı. Bir suikast sonrası yaralandı ve birkaç gün sonra vefat etti. Ardında Hz. Osman halife oldu. Emeviler ailesine mensup olan Hz. Osman döneminde Kuzey Afrika’ya kadar devlet genişledi, ordunun yanında donanma da güçlendi. Ancak bu dönemde Emevi ailesine yapılan ayrıcalıklık isyana sebep oldu. İsyan sonucu evi kuşatıldı ve öldürüldü. 

Ardından halifeliğe Hz. Ali geçti. Hz Ali, Hz. Muhammed’in hem kuzeni hem de damadıydı. Hz Muhammed dönemindeki savaşlarda kahraman olarak görülmüş ve ilk halifeden itibaren halife adayı olarak kabul edilmiştir. Günümüzdeki mezhep ayrımlarının kökeninde de bu durum etkilidir. Sünni mezhebi Hz. Ali’yi dört halifeden biri olarak görürken, Şii Mezhebi önceki üç ismi kabul etmez. Bu görüşe göre Hz. Ali ilk halife olmalıydı. O aynı zamanda ilk İmam ve On Dört masumdan biridir. Sünnilerde bu derece bir mevki verilmese de her iki mezhep de Hz. Ali’ye özel bir önem verir. 

Hz Ali döneminde Emevi ailesinden Muaviye ile ilk iç savaş yaşandı. Ardından hem Hz. Ali’yi hem de Muaviye tarafını tutmayanların oluşturduğu Hariciler adı verilen grupla mücadele edildi. Haricilerin suikastı sonrası Hz. Ali hayatını kaybetti. 

Bir süre Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan tarafından halifelik sürdürülse de halifeliği Muaviye’ye vermek zorunda kaldı. Bu dönemden sonra İslam Devletine Emeviler Devleti olarak da isimlendirilebilir. 

Hz. Muhammed ile ilk yıllardaki savaşların baş düşmanı olan ancak sonradan Müslüman olan Ebu Süfyan’ın oğlu olan Muaviye Emevi ailesine mensuptu. Kureyş kabilesi üzerinden uzaktan hem Hz. Muhammed hem de Abbasiler ile akraba olsalar da Emeviler dönemi bilinçli bir ayrımcılıkla geçti. Hem Emevi olmayan Araplar hem de Arap olmayanlara karşı yapılan bu ayrımcılık bu dönemde büyük tepki toplasa da Emeviler bugünkü İspanya ve Portekiz’in bulunduğu İber yarımadasına kadar genişleyerek büyük bir imparatorluk kurdular. 

Bu dönemin en önemli olaylarından biri Muaviye’nin oğlu Yezid’in Kerbela’da Hz Muhammed’in torunu, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’i ve taraftarlarını öldürmesidir. Bu olay sonunda zaten ayrışmaya başlayan iki grup tamamen birbirinden koptu. İslam’da Sunni ve Şii ayrımı bu noktada başladı. Bu tarih boyunca hem siyasi hem de düşünce alanında etkili oldu. 

Emevilerin baskısı sonucu yine Kureyş kabilesinden Abbasiler isyan ederek iktidarı ele aldı. Seffah (kan dökücü) unvanıyla anılan ilk Abbasî halifesi, Emevi ailesinden bir kişi dışında neredeyse herkes öldürüldü. Bu kişi 1. Abdurrahman adıyla de Endülüs’e geçerek ileride büyük bir bilim ve sanat merkezi olacak olan Endülüs Emevi Devletinin başına geçti. Abbasiler Arap dışındakilere yapılan ayrımcılığı kaldırdı. Bu dönemde Türkleronurcoban ve İranlılar orduda ve yönetimde gözükmeye başlamıştır. 

Abbasi Döneminde Başkent Bağdat’a taşınmıştır. Bağdat bu dönemde görülmemiş bir kültür merkezi haline geldi. Bilim, sanat ve düşünce alanında İslam Altın Çağı başlamış oldu. Bu dönem Moğolların 1258’de Bağdat’ı yağmalamasına kadar sürdü. Bu dönemde Avrupa adeta karanlık ortaçağı yaşarken Ortadoğu’da tıp, felsefe, astronomi, matematik gibi alanlarda çağın en önemli isimleri eserler verdi. Günümüzde bile o dönemden kalma birçok şeyi kullanmaktayız. 

Ancak zamanla Abbasiler zayıflamaya başladı. Mısır’da Şii Fatımi devleti, Selahattin Eyyubi’nin başında olduğu Eyyubiler güçlendi. Bu dönemde Orta Asya’dan göç eden Türkler özellikle asker olarak İslam devletlerinde hizmet verdiler. Bu dönemde Avrupa’da toplanan Hristiyan ordusu ile Haçlı Seferleri başladı. Kudüs ve Antakya başta olmak üzere her iki din ordusu da buraları zaman zaman kontrol etti. 

İslam Felsefesinin konusu olan dönemin sonu için konuşursak bu dönem Moğolların bölgeye gelmesiyle yavaş yavaş sona erdi. Moğol ordularınca şehirlerin yağmalanmasıyla kültür merkezleri önemini kaybetti. Haçlı seferleri ile İslam uygarlığının birçok düşünce ve buluşu Avrupa’ya taşındı. Mısır’da Memluk Devleti, Anadolu’da Osmanlılar, İran’da da Safeviler gibi devletler bu dönemden sonra eski İslam altın çağını yaşatmaya çalışsalar da bir süre sonra Avrupa’da gerçekleşecek olan Rönesans ve Bilim devrimine ayak uyduramadılar. 

İslam Felsefesinin ortaya çıkışı bu tarihsel gelişmelerin içerisindedir. Sahabe döneminden beri İslam kültürü yavaş yavaş oluşmuş Abbasilere kadar bir uygarlık belirmiştir. Ancak düşünce anlamında Abbasiler dönemi İslam Filozoflarının ortaya çıktığı dönemdir.

 İslam Felsefesi terimi sadece Müslümanlara ait bir felsefe demek hatalıdır. Bu dönem onlarca farklı milletin ve farklı dini kimliklere sahip insanların eserler verdiği bir dönemdir. Arap hanedanları cidden birkaç on yılda görülmedik bir askeri başarı ile devasa toprak parçalarını işgal etmişlerdi. Eski Yunan, Yahudi ve İran medeniyetleri bu topraklarda yüzlerce/binlerce yıldır kültür üretiyordu. Ayrıca o dönemde Bizans ve Süryani vatandaşları Hristiyanlık içinde ciddi bir kültür etkinliği vermekteydi. Kadim Roma İmparatorluğunun geçmişi halen hatırlardaydı. 

Bu dönemde Yunan felsefesinin en önemli noktası İskenderiye, bir bilim ve kültür merkeziydi. Orta Platonculuk dönemi olarak ifade edilen dönemde birçok Platoncu İskenderiye’de eserler vermişti. Ayrıca İslam Felsefesini etkileneceği, Hristiyan Felsefesinin ise doğrudan etkilendiği Yeni Platonculuk İskenderiye’de çok önemliydi. Uzun süredir egemen din olan Hristiyanlık ise İskenderiyeli Clement ve Origenes gibi isimlerle burada faaliyet göstermişti. 

Arapların Mısırla birlikte İskenderiye’yi almaları bu uygarlıkla da tanışmalarına sebep oldu. Bu dönemde yine imparatorluk içindeki Süryaniler düşünce alanında eski geleneği temsil etti. Felsefe alanında Abbasi halifeleri Harun Reşid, Memun ve Mansur gibi isimler bilim adamları ve filozofların koruyuculuğunu yaptılar. Beytülhikme isimli bilim merkezini kurarak bir tercüme hareketi başlattılar. Özellikle Yunanca kökenli ancak o dönemde çoğu Süryanice olan eserleri çevirttiler. Bu sayede Platon ve Aristoteles İslam Düşüncesi ile buluştu. Bu felsefe tarihi için de bir şanstı. Bu gelenekle beslenen İbni Sina, İbn Rüşt ve Farabi gibi isimler sayesinde Avrupa bu eserleri yeniden hatırladı ve günümüzde kadar geldi. 

Elbette İslam Felsefesi bir anda oluşmadı. Her ne kadar İbrani dininin bir parçası olsa da İslam, düşünsel alanında kendini bulmak istedi. Siyasal çatışmalar sonucu oluşan 3 siyasi mezhep yani Sünni, Şii ve Hariciler yukarıda anlatılan gelişmelerle oluştu. Zamanla bu üç mezhep kendi içlerinde de farklı yorumlara bölündüler. Düşünce alanına da zamanla bu etki etti. Günümüzde hem Sünni hem de Şii milyonlarca insan yaşamaktadır. Hariciler ise oldukça az bir bölgede yaşarlar. Bu mezhepsel ayrılık ve hatta kendi içindeki bölünmeler ile farklı milletlerden gelen insanların varlığı doğal olarak farklı yorumlar getirdi. 

Genel olarak İslam düşüncesinde 3 önemli bölümden söz edilir. Bunlar Tasavvuf, Kelam ve Felsefedir. Tasavvuf veya Sufizm mistik bir düşünce olarak vahiy, nakil bilgisine akıldan çok önem verir. Kelam vahiy bilgisine özel bir önem verse de aklı yoğun bir biçimde kullanır. Daha geç bir tarihte yükselişe geçen Felsefede ise öncelikli olan akıldır. Bu alanları ayrı bir bölümde daha detaylı açıklamak gerekir. 

Kelam

Tasavvuf

Felsefe

 

 Düşünce alanında doğrudan etkili olmasa da önemli bir İslam İlmi ise Fıkıh ’tır. Amel yönünden İslam kurallarını inceler.

 Fıkıh, İslam Kanunlarının teorik ve pratik nasıl uygulanacağı ile ilgilenir. Bir nevi İslam Hukukudur. Kıyas yönetimiyle birlikte Kuran ve Hadis kaynakları ile bir kurallar bütünü oluşturur. Görüldüğü üzere hukuk ile doğrudan ilişkili olan bu bilim; akıl ile teoloji – din arasındaki çizgide dine çok yakın bir noktadır. Birey ve toplumun suç ve ceza konuları içeren bu dal felsefe içinde olmadığından detaylı burada incelemiyoruz. Ancak yüzyıllarca düşünce alanına etkin olduğu için Fıkıh mezheplerine bakılması gerekmektedir. 

Fıkıh aslında İslam’ın kurallarını belirleme ve açıklamadır. Hz. Muhammed zamanında bir sorun olduğunda doğrudan cevap alınabiliyordu. Aynı şekilde bir konu Kuran’da direkt yazılıysa zaten sorun yoktu. Peki, bir sorun çıktı ve Kuran’da bu yazmıyorsa ne olacak? 

İlk başlarda sahabeler, ilk halifeler, imamlar gibi kişilerle bu sorun çözülse de zaman ilerledikçe bu olanaksızlaştı. İslam devleti onlarca farklı kültürü ve milleti içerenonurcoban.com devasa bir imparatorluk olunca sorunlar daha da arttı. 1300 yıl önce bir Arap için sorun yaratmayan bir konu bir Hintli, bir Türk, bir Berberi için sorun olmaya başladı. 



Dinlerin tarihinde bu değişim vardır ve normaldir. Bu sadece İslam’a özgü de değildir. Havariler zamanında Yahudi kökenli Hristiyanlara domuz eti yemek yasaktı ama putperest kökenli Hristiyanlar için bu yasak yoktu. Aynı şey sünnet için de geçerliydi. Bu toplumların bu yeni dinin kolayca kabul etmesi içindir. Bu durum İncil’de de açıkça yazar. 

Fıkıh 3 bölümden oluşur. Muamelat (işlemler) ve Ukubat (cezalar) ve İbadat (ibadetler). Muamelat ve ukubat doğrudan suç ve ceza konuludur. Bu da İslam Hukuk’una girer. Yüzyıllarca çoğu İslam devleti ya böyle yönetildi ya da Osmanlı gibi dolaylı olarak etkin olarak yönetildi. Laikliğin yaygınlaşması ile şeriatla yönetilen devletler hariç bu bölümler günümüzde daha az etkindir. Muamelat iktisadi, mali ve sosyal konuları ele alır. Örneğin evlilik, alışveriş, ortaklık gibi konular burada hukuki olarak ele alınır. Cezalar kısmı suç ve verilecek cezaları belirler. Üçüncü kısım ise ibadetlerle ilgilidir. Günümüzde fıkıhın etkin olduğu kısım burasıdır. Namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadet konuları burada ele alınır. 

Fıkıh için 4 temel kaynaktan söz edilir. Kuran’ı Kerim, hadis, icma ve kıyas. Kuran İslam’ın Allah tarafından gönderilen kitabıdır. Hadis, peygamberin sözleridir. Bu bölümde hangisi gerçek hangisi sahte olduğuna da dikkat edilir. İcma ortak görüş birliğidir. Bir konu hakkında fikir birliği olması bunun da sağlam delillere sahip olması gerekir. Ortak görüş birliğine varılırken, bu konuda yetkin kişilerin görüşleri, Kuran ve sünnet birlikte değerlendirilir. Ayrıca kıyasa başvurulur. Kıyas benzer örnekleri karşılaştırma yoluyla sonuç çıkarmadır. Diğer örnek olaylardan yararlanılır, sebep-sonuç bağı kurar. Hükmü ayet veya hadisler ile çözülmüş bir konuya benzeterek çözmeye çalışır. Kıyas mantık biliminde ve felsefede de yüzyıllarca kullanılan bir yöntemdir. Bu arada bazı mezhepler bu kıyas yönetimini kabul etmez. Doğrudan aklı temel alır. 

Fıkıhın  metodu ve felsefesi ise fıkıh usulü`dür. Vahiy ile gelen bilgi konusunda hemen hemen mutabakat varken geri kalan fıkıh konularında orta yol bulmak zordur. Burada İslam dini fıkıh mezhepleri devreye girmiştir. 

Fıkıh mezhepleri çoğunlukla 8. Yüzyıl ile 10. Yüzyıl arası ortaya çıkmıştır. 12. Yüzyıla kadar bu mezheplere eklemeler yapılsa da bu tarihten sonra düşünceler tabulaşmaya ve kurucularının sorgulanmamasına neden olmuştur. Bu tarihten sonraki bu değişime “İçtihat Kapısı Kapanmıştır” yorumu getirilir. Elbette bu yüzde yüz doğru bir tanım değildir ancak fıkıh düşüncelerini sorgulamanın günümüzde zor olduğu da bir gerçektir. 



Fazlası ve yüzyıllar içerisinde kaybolanları da olmak üzere Sünniliğin için de; Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli fıkıh mezhebi vardır. Şiiliğin içerisinde Caferiye, İsmaililik ve Zeydiyye fıkıh mezhepleri önemlidir. Hariciler büyük oranda kaybolsa da İbadiyye mezhebi hala etkindir. Bir de hepsinden bağımsız görülen Zahiri mezhebi vardır. Tabi bu ayrım yüzyıllar süren bir sürecin de sonucudur. Hanefiliğin kurucusu Ebu Hanife, Hz. Ali soyundan gelen ve Şiiliğin 12 imamından Cafer Sadık’ın da öğrencisiydi. Fıkıh mezheplerini kuranlar bunu kurduklarının bile farkında değildi. Çoğu uzun yıllar sonra mezhep haline geldi. 

Ayrı olarak incelenecekse de burada Kelam’a da dikkat etmek gerekir. İslam’da inanç esaslarını konu edinen ve felsefeye daha yakın bir dal olan Kelam, tasavvuf ve felsefenin ortasında gibidir. Akla önem verir. kelamın da mezhepleri vardır. 

Fıkıh ile bağlantısı ise fıkıh mezheplerinin, kelam mezheplerini de içermesidir. Kelam mezheplerine İslam dini itikadi mezhepleri adı verilir. Bunlardan bazıları; Mutezile, Selefilik, Eşarilik, Matüridilik, Mürcie, Cebriye, Kaderiye olarak isimlendirilir. Burada keskin bir sınır yok gibidir. Örneğin Sünni fıkıh mezheplerinden Hanefilik içinde hem Matüridi hem de Eşarilik mevcut olabilir. www.onurcoban.com

Özellikle Mutezile kelamcılarının yapmış olduğu düşünsel faaliyetler sonrası Kindi ile İslam Felsefesi ayrı bir dal haline gelmiştir. Aristoteles’in baskın olduğu bu dal felsefe tarihinin de konusu olan bir alandır. Sadece bir din felsefesi değil, Modern Dönem öncesi Batı Dünyasında da olduğu gibi daha kapsamlı bir alandır. 

İslam Felsefesi incelenmeden önce Kelam, Tasavvuf, Sunni ve Şii düşüncelerinin de incelenmesi yerinde olacaktır.

Yazının diğer bölümleri için tıklayınızFelsefeye bir bakış-Giriş-


Onur Çoban

 Felsefe tarihinin diğer bölümleri için;

Felsefeye bir bakış-Giriş-


Ockhamlı William

   Felsefeye bir bakış

46.Bölüm: Ockhamlı William

Yazan: Onur Çoban


Ockham’ın Usturası

     Skolastik Felsefenin son büyük filozofu olarak görülen Ockhamlı William, 1300’lü yılların ilk yarısında yaşamış olan ve mantık alanında yapmış olduğu çalışmalarla dikkat çeken din adamı / filozoflardan biridir.
 
       Önceki bölümlerde anlatıldığı gibi, Ortaçağın en önemli felsefe geleneklerinden olan HristiyanFelsefesi iki bölümden oluşur. İlki daha alaylı diyebileceğimiz din adamı filozofların özellikle kilise babalarının oluşturduğu Patristik Felsefe, diğeri de artık kurumsal bir okul/kilise eğitiminden geçen din adamı filozofların oluşturduğu Skolastik Felsefe
 
    Önemli Skolastiklerden DunsScotus’un öğrencisi olan William, Aristoteles’e verdiği önemle dikkat çeken Fransisken Tarikatına bağlı bir isimdir. Bonaventura ve Roger Bacon gibi üyeler yetiştiren bu tarikatın rakibi durumunda olan Dominiken Tarikatı ve onun en önemli ismi Aquinolu Thomas ın birçok düşüncesine de karşı çıkmıştır. Hocası Scotus gibi Oxford’da eğitim almış, Paris Üniversitesinde dersler vermiştir.
 



    Döneminde siyasal konularda da aktif bir rol oynayan İngiliz filozof, Papa’nın sınırsız otorite sahip olmasına karşı çıkmaktadır. Ona göre Kilise, laik yönetime yani krallara baskı kuramaz, onları görevden alamaz. Kilisenin otoritesi sadece din konusunda geçerlidir. Ancak Papa’nın din içinde de sınırsız bir gücü olamaz. Gerektiğinde genel konsil kurularak Papa denetlenmelidir. Kilisenin mutlak gücünü savunan Papalık, bu düşünceleri nedeniyle Padovalı Marsilius ve Cesenalı Michael ile birlikte üçünü aforoz eder. Alman İmparatoruna sığınan Ockhamlı William’ın “Sen beni kılıçla savun, ben de seni kalemle savunayım” dediği söylenir.
 
    Kiliseye karşı laik bir bakış açısına sahip olması Reform sonrası Luther’in de tercih ettiği tek Skolastik olarak kabul edilir. Ortaçağ felsefesi içinde daha laik bir çizgide yer alması nedeniyle felsefe tarihçilerince Modern Felsefeye bir geçiş olarak kabul edilir. Bertrand Russell, “Batı Felsefesi Tarihi” kitabında bunun bir yanılsama olduğunu söyler.
 
    Ockhamlı William’ın, ismi doğrudan eserlerinde geçmeyen, Ockham’ın Usturası kuramı önemlidir. Bu düşünceye göre azla yapılabilen şeyi çokla yapmak boşunadır. Bilim ve felsefede bir konu, bir varsayım olmadan da çözülebiliyorsa; o varsayımın kabul edilmesine gerek yoktur. Gereksiz fazlalıkları adeta bir ustura ile kesip atmak en doğrusudur. Kanıt ve öncülleri gereksiz yere çoğaltmaya çalışmak sadece asıl konunun anlaşılmasını ve doğrulanmasını zorlaştıracaktır. En basit olan açıklama büyük
www.onurcoban.com olasılıklı doğru olandır. Bu düşünceyi eserlerinde sıklıkla vurgulayan William’ın anısına ilerleyen yüzyıllarda bu düşünceye Ockham’ın Usturası adı verilmiştir.
 
    Ockhamlı William, ortaçağın önemli sorunlarından olan Tümeller Sorununda adcı / Nominalist bir filozof olarak dikkat çeker. Boethius tarafından başlatılan tümeller tartışmasında, bazı taraflar tümellerin sadece birer ad / isim olduklarını, bazıları da gerçekte var olan bir kavram olduklarını savunmuşlardır. Bu tartışmada Platonun izinden gidenler Gerçekçi / Realist olarak isimlendirilirler. Anselmus ve Augustinus gibi isimler bu görüşü savunur. Diğer bir grup tümellerin gerçekte olmadıklarını onları sadece birer ortak isim olduğunu savunanlardır. Bunlara Adcılar / Nominalistler denir. Bu görüşü savunan en önemli isim Ockhamlı Williamdır. Üçüncü bir görüş ise ilk iki görüşün adeta sentezidir. Aristotelesin izinden giden ve tümellerin nesnelerin dışında değil ona içkin olduğunu savunanlar için Tümeller gerçekte yokturlar ama sadece birer ad da değillerdir. Abelardus, Albertus Magnus, Aquinolu Thomas bu görüşe dahil olan filozoflardır.
 
    Mantık alanına özel bir önem veren William, Aristoteles’in mantığını incelemiş ve terimler konusunda çalışmalar yapmıştır. Dilin önemine vurgu yapar. Tikellerin gerçekliğine inanır. Aquinolu Thomas ın aksine daha net bir adcılık yapar. Ockhamlı ’ya göre insan sadece tikeller ile bilim yapabilir. Tümeller sadece Mantıkta kullanılabilir.
nurcoban.com Ancak mantık bu tümellerin anlamlı olup olmadığına veya nasıl oluştuğuyla ilgilenmez. Mantığın konusu terimlerin nasıl anlamlı bir biçimde kullanılacağıdır.
 
    Ockhamlı William’a göre tümeller gerçek değil sadece birer araçtır. Zamandan kazanmak, olayları daha kolay algılamak için kullanılan bir aracıdan fazlası değildir. Sadece birer isim, birer addır. Realistler aynı Platon’un ideaları gibi tümel gerçekliğe inanırlardı. Aquinolu Thomas gibi daha sentezciler ise tümelleri gerçek kabul etmeseler de tüm tikellerin ortak bir şeye kısmen bağlı olması gerektiğini söylerlerdi. Ockhamlı ya göre bu sadece Platon felsefesinden gelen bir yanılsamaydı.
 
    Hocası Duns Scotus gibi teoloji ve metafiziği birbirinden ayırmayı hedefleyen Ockhamlı, Scotus ve zaman zaman karşıt görüşlerde olduğu Aquinolu Thomas gibi Tanrı’nın a priori değil, deneye dayalı a posteriori kanıtlara ihtiyaç duyduğunu belirtir. Yüzyıllar sonra John Locke ’un dediği gibi insanın doğuştan verilere sahip bir zihni yoktur. Scotus gibi o da Tanrı’nın iradesinin akıldan daha önemli olduğunu düşünür. Tanrının varlığı ve bu evreni yaratması akılla kavranamadığı gibi akılcı olması da gerekmez. Tanrı nasıl istediyse öyle vardır. O halde Teolojiyi akılla anlamaya çalışmak gereksiz bir çabadır. Sadece Tanrıya inanmak gerektiği gibi Felsefe ve diğer alanların, Teolojiden ayrı düşünülmesi de gereklidir. Hristiyan bir düşünür olan William, kendisinde sonra gelecek modern filozofların aksine tereddüt etmeden ve akılcı olup olmasına bakmadan Tanrıya inanması ile onlardan ayrılır. Ancak aynı onlar gibi din ve bilimin ayrılmasını seküler bir düşünce ile savunur. Adcılık düşüncesiyle tümellerin bilimde önemli sayılmasına karşı çıkar. Din kaynaklı olan bu düşünce tikel ve deneyimin incelenmesine ve bilimin bu dünyaya değil aşkın bir dünyadan medet ummasına nedenle olmuştur. Bu da bilimin ilerlemesine zarar verir. İlerleyen yüzyıllardaki Bilimsel Gelişmeler bu düşüncelerden beslenmiştir.
 
        Ockhamlı William’ın seküler görüşleri Rönesans döneminin habercisi olarak görülebilir. Skolastik felsefenin son büyük filozofu olan William ile birlikte Hristiyan Felsefesi olarak isimlendirilen dönem de sona ermeye başlar.

Yazının diğer bölümleri için tıklayınızFelsefeye bir bakış-Giriş-


Onur Çoban


. Felsefe tarihinin diğer bölümleri için;

Felsefeye bir bakış-Giriş-


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...