Tasavvuf

   Felsefeye bir bakış

51.Bölüm: Tasavvuf

Yazan: Onur Çoban

İslam’ın özgün Mistik Düşüncesi

 

İslam coğrafyasında düşünce patlamasının yaşandığı Ortaçağ’da genel olarak 3 önemli bölümden söz edilir. Bunlar Tasavvuf, Kelam ve Felsefedir. Tasavvuf veya Sufizm mistik bir düşünce olarak vahiy, nakil bilgisine akıldan daha çok önem verir. Kelam vahiy bilgisine özel bir önem verse de aklı yoğun bir biçimde kullanır. Daha geç bir tarihte yükselişe geçen İslam Felsefesinde ise öncelikli olan akıldır.

 

Tasavvuf adeta İslam düşüncesinin orijinal bir yorumu olmuştur. Her ne kadar Hristiyan veya laik mistik akımlarla ortak noktaları olsa da tasavvuf birçok açıdan özgündür. Yüzyıllar boyunca tasavvuf düşünürleri yani Sufiler hem bireysel hem de tarikatlar yoluyla İslam coğrafyasını olumlu/olumsuz anlamda derinden etkileşmiştir.

 

Geleneksel olarak özellikle İslam’ın Altın Çağı olarak bilinen 700-1200 yılları arasındaki dönemde Tasavvuf akımları daha çok Sünni Tasavvufu olarak incelenir. Ebetteki bu hem o dönem hem de sonraki dönemler için eksik bir tanımlamadır. Yine de tarikat yapılanmasının günümüzdeki gelişimi baz alındığından bu bölümde daha çok Sünni Tasavvufu ele alınacaktır. Şii Tasavvuf anlayışı ise farklı bir bölümde İmamet konusunda ele alınacaktır.

 


Sufiler tarih boyunca daha çok Sünni Mezheplerde görülse de Şii Mezheplerde de birçok Tasavvuf akımları var olmuştur. Ancak Şii Düşüncesinin her ne kadar farklı mezhepleri olsa daonur adeta tek bir yol” üzerinden yürümesi ve tarih boyunca oluşan Sünni tarikatların Şiilerle olan mücadelesi ile adeta Şii Tasavvufu daha geri planda kalmıştır. Bektaşilik gibi tarikatlar başta olmak üzere Şii Tasavvufunun izleri yüzyıllarca etkin olmuştur. Kendisini Sünni olarak gösteren birçok tarikatta Şii etkisini görmek de mümkündür. Bir diğer önemli nokta da; neredeyse tüm tarikatlar silsilesini Hz. Ali’ye (kimileri de Hz. Ebubekir’e) veya bu soydan gelen İmamlara bağlar. Tarikat yapısına bağlı olmayan Uveysi Tasavvufçuları (ki bu isim Veysel Karani’den gelir) Şii tasavvufuna örnek olarak da gösterilebilir. (Dipnot olarak Uveysiler Sünnilikte de çoktur)

 

Yine unutulmamalıdır ki özellikle Anadolu’da 1200’lü yıllardan sonra birçok eren ve derviş bulunmuş ve bunların önemli bir bölümü Aleviliğin oluşumunda da etkin rol oynamıştır. Sufi olarak da kabul edilen Hacı Bektaş ve onun kurduğu Bektaşilik tarikatının da tasavvufun bir parçası olduğu unutulmadan incelemeye devam edelim.

 

Tasavvuf yolunda ilerlemeye çalışan kişilere Mürit ve Mutasavvıf denir. Bu yolda başarılı olan kişilere ise Sufi denir. Bu isimlendirme İslam’ın ilk dönemlerinde bulunmaz. Sufinin kelime kökeni olarak birçok görüş (temizlik vs.) olsa da en yaygınonurcoban.com görüşlerden biri “yün”  kelimesidir. Sufilerin yün bir hırka ile dolaşması bu kelimenin kökeni olarak düşünülür. Biruni gibi isimler ise Sufinin, Filozofun da kökeni olan Yunanca Sophia / Bilge’den geldiğini öne sürer. Bu düşünceye, Sophia ve Tasavvuf kelimelerindeki S’nin Arapça farklı harflerde (Sin ve Sad) yazılması nedeniyle karşı çıkılır.

 

Sufilerin düşüncesine genel olarak Tasavvuf adı verilir. Bu homojen bir düşünce değil çok sayıda Sufi ve tarikatın benzer ve farklı görüşlerini içeren genel bir ifadedir. Genel olarak Tasavvuf düşünürleri vahiy düşüncesine akıl yürütmeden daha çok önem verir. Bu açıdan İslam Filozoflarından ayrılmaktadırlar. Ayrıca daha ortada duran Kelamcılarla da çoğu kez karşı karşıya gelmişlerdir. Sufilerin çoğu zaman bu dünyayı yok sayma eğilimleri, siyasi otoritelerin de desteği alan Kelam akımları ile zaman zaman çelişmiştir.

 

Tasavvuf, özünde İslam Dinini anlama, onun güzel ahlak anlayışını benimseme, Allah’a ulaşma amacını güder.

 

Tasavvuf veya Sufizm tarih sahnesinde Bağdat Okulu ve Horasan Okulu olarak kendini göstermiştir. Her ne kadar öncesinde benzer düşünürler olsa da ilk Sufi Bayezid Bestami olarak görülür. Şatahat adı verilen özdeyişleri ile neredeyse tüm tasavvufçuları etkilemiştir. Farklı yerlerde olduğu gibi Hatay’da da bir türbesi bulunan Bestami, Hakk’a olan sevgi ile ona ulaşma çabasındadır.onurcoban.com

 

En büyük Sufilerden görülen Cüneyd-i Bağdadi (Cüneyd el-Bağdadi) 909 yılında vefat etmiştir. Haris el Muhasibi, dayısı da olan Seri es-Sakati gibi isimlerden ders almıştır. Tasavvuf konusunda genel bir otorite kabul edilmesi nedeniyle “Mutasavvıfların Üstadı” ünvanlıyla anılır.

 

Hakim et-Tirmizi özellikle velayet kavramı üzerinde düşünmüştür. Şii düşüncesinde de olduğu gibi, İslam Peygamberi sonrası manevi açıdan seçkin kişilere özel bir velayete sahip olabileceğini belirtir. Bu açıdan imamet öğretisine benzer bir düşünce sunar.

 

En ünlü Sufilerden biri Mansur el-Hallac (Hallac-ı Mansur)’tır. Görüşlerinin dikkat çeken yönü dışında; tutuklanması, yargılanması ve ölümü ile hem o çağda hem de sonraki yüzyıllarda üzerinde konuşulan biri olmuştur. Mansur El-Hallac, Sehl-et Tüsteri ve El-Mekki gibi tasavvuf ehlilerinden dersler almıştır. Ünlü Sufi Cüneyd’le de tanışmış ve “hırkasını” onun elinden giymiştir. Daha sonraki dönemde Ünlü İslam Filozofu Razi ile de tanışmıştır. Bu dönemde ünü tüm İslam coğrafyasına erişir.

 


Hallac-ı Mansur, gittiği yerlerde Allah’a olan “aşkı” vurguluyor insanlara düşünceleri anlatıyordu. Gittikçe taraftar bulması zamanla dönemin yöneticilerinin de tepkisini çekti. Hallac’ın düşünceleri zamanla Tüm Tanrıcılık / Panteizm olarakwww.onurcoban.com suçlanmaya başlandı. Tasavvuf dışında kalan Kelam düşünürleri onu eleştiriyor, diğer Sufiler ise uzak durmaya çalışıyordu. Bu dönemde Şii düşünürlerde ona karşı çıkmıştır.

 

Neredeyse farklı tüm grupların tepkisini çeken Hallac için, İbn Davud’dan -ki kendisi de önemli bir düşünürdür, öldürülmesinin meşru olduğuna dair fetva alınır. Abbasi vezirinin korumasıyla idam edilmese de tutuklanır. Ancak uzun yıllar hapis yattıktan sonra yeni bir vezir tarafından yeniden fetva alınır. Bunun sonunda idam edilerek adeta bir tasavvuf şehidi konumuna yükselir.

 

Hallac’ın düşünceleri, yüzyıllar sonra İbn Arabi ve öğrencisi Sadreddin Konevi’nin Vahdet-i Vücud öğretisine çok benzer. Hallac’da henüz tam sistematik hale gelmeyen bu düşünce, Tasavvufun en çok tepki çeken ancak belki de onu en çok etkileyen düşüncesidir. Bu görüş her şeyin kaynağının Allah olduğu, hatta Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığını savunan bir tasavvuf düşüncesidir. İlk başta Panteizm ile karıştırılır. Hallac, henüz çok temel olan bu düşüncesini anlatmak için Ene'l-Hakk, yani “Ben Allah’ım” ifadesi kendi durumunu daha da kötüleştirmiştir.

 

Bu söz, kimileri kızgın bir tepki ile kimileri de bilinçli olarak çarptırarak Hallac’ın kendini Allah yerine koyması olarak anlaşılmıştır. Oysaki burada kastedilen; kendisinin bile var olmadığı, canlı cansız her şeyin yaratıcının bir parçası olduğu, her şeyin adeta onun içinden çıktığıdır. Bu düşünceye göre doğa, insan, hayvan hatta Hallac bile Allah’ın bir parçasıdır.

 

Vahdet-i Vücud, İbn Arabi konusuna daha detaylı açıklanacaktır. Kısaca bu düşüncenin, daha materyalist özellik gösteren ve bir yaratıcıdan çok evrenin, doğanın, enerjinin her şey olduğunu savunan panteizme benzediği ancak özünde temel bir fark olduğu bilinmelidir. Panteizmde “akıllı bir yaratıcı” olmak zorunda değildir. Evrendeki her şey aslında Tanrıdır. Her şey birdir. Vahdet-i Vücud ‘ta ise akıllı ve bilinçli bir yaratıcı, özel olarak Allah vardır. Evrendeki her şey birdir. Ancak hepsi Allah’tan gelmiştir.

 

Ene'l-Hakk günümüzde dahi tepki görebilecek bir düşüneyken Ortaçağ’da idama götürebilecek bir düşünce olması şaşırtıcı değildir. Hallac’tan sonra tasavvufçular bir süre Kelam ve Felsefecilerin gerisinde kalır. Bu düşünce de uzun bir uyku dönemine girer. Bir süre Bakli, Hallac’ın düşünceleri sürdürmeye devam etmiştir.

 

Tüm İslam düşüncesinde olduğu gibi Tasavvufta da büyük değişimi Gazali başlatmıştır. Onun Felsefeye karşı Tasavvufu savunması ve başta Eşari Kelam düşüncesinin İslam’ın baskın Sünni düşüncesi olmasıyla Tasavvuf yeniden ön plana çıkmıştır.  Gazali’nin kardeşi Ahmed Gazali, öğrencisi Hemedani, Adem-i Senai, Ruzbehan, gibi isimlerle tasavvuf devam eder.

 

Klasik Tasavvuf döneminin sona ermesi ile Anadolu’da yeni bir döneme geçildi. Sünni ekolü Osmanlı Medreseleri aracılığıyla baskın duruma gelirken bir yandan da Anadolu’da Bektaşiler gibi birçok derviş ve erenler üzerinden etkin bir döneme geçildi.

 


 Vahdet-i Vücud düşüncesiyle İbn Arabi, Sadettin Konevi gibi isimler Sünni Tasavvufunda baskın duruma gelir. Özellikle bir zamanlar idama kadar götüren Vahdet-i Vücud görüşü Osmanlı medreselerinde ders kitaplarına girecek kadar önemli olur. Bu dönemlerde medreselerde de yetişen birçok Kelamcı, hem felsefe hemonurcoban de tasavvuf ile ilgili eserler verir. Yine Eşari ve Matüridi Kelamcılar, bu dönemde Tasavvuf ile Felsefeyi iç içe geçirirler.

 

Yine felsefe alanında da önemli bir akım olan İşrak Felsefesi ve onun kurucusu kabul edilen Sühreverdi, Felsefe ile Tasavvufun adeta bir uyumu olacaktır.

 

Tasavvuf günümüzde de önemli bir İslam geleneğidir. Bu gelenek yüzyıllardır olduğu gibi tarikatlar şeklinde kendi göstermiştir. Tarikat ’in kelime anlamı yaklaşık olarak “gidilecek olan yoldur” Hem klasik dönemde hem de Osmanlı tarikat yapılanmasında birçok Sufi, tarikatlar olmadan tasavvuf hakikatine ulaşamayacaklarını düşünüyorlardı. Özellikle Sünni tarikatlar Anadolu’da hızla arttı. Ayrıca Kalenderiyye gibi Batini olarak görülen tarikatlar da mevcuttu. Bektaşilik gibi Şii kökenli tarikatlarda özellikle Anadolu’da aktifti.

 

 Tarikatlar yüzlerce yıl İslam’ın yayılması ve gelişimi için önemli olsa da zamanla siyasi yapılanmalara da dahil olmaları kaçınılmaz oldu. Osmanlı’nın son dönemlerinde Bektaşi gibi Yeniçerilerde yaygın olan tarikatlar yasaklandı. Cumhuriyetle birlikte ise tekke ve zaviyelerin kapanmasıyla tarikatlarda yasal statülerini kaybetti. Son yüzyılda olumsuz anlamda birçok eylemde ön plana da çıktılar. Günümüzde tarikat yapılanması çok büyük oranda tamamen Sünnileşmiştir.www.onurcoban.com

 

 


Çoğu tarikat silsile üzerine kendini savunur. Şii’ler gibi Sünni birçok tarikat da silsilenin başlarına çoğunlukla Hz. Ali’yi koyar. Bu açıdan Ahmed Yesevi önemli bir isimdir. Divan-ı Hikmet adlı ünlü kitabıyla da tanınan ve Horasan bölgesinde Türkler içinde İslam’ın yayılmasına yardımcı olan bu kişi hem Sünni hem de Alevi birçok akımın da öncüsü olması bakımdan önemlidir. Örneğin Yesevi dervişlerinden Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu’ya gelerek kendi adıyla anılan Bektaşiliğin Piri olmuştur. Alevi kültürün en etkin unsuru olan Bektaşilik, Sünni yönetimi benimseyen Osmanlı’nın en güçlü ordusu olan Yeniçerilerin de resmi görüşü olması bakımından önemlidir. Sünni ekolde ise güçlü bir tarikat olan Nakşibendilik kökenlerini yine Yeseviliğe bağlar. Bu açıdan birbiriyle farklı olan iki görüşün özellikle Türkler söz konusu olduğunda Yesevi inancıyla ortak noktası olduğu gözükmektedir.

 

Yine Mesnevi adlı eseriyle günümüzde de önemli olan Mevlana, Türkçe yazdığı şiirlerle bir halk ozanı olan Yunus Emre,  Osmanlı döneminin ünü tasavvufçularından Hacı Bayram-Veli gibi isimler özellikle Anadolu’da etkin olmuştur. Türklerin de İslam yayılmasında yardımcı olan bu düşünürler, hem Sünni hem Alevi kültürlerin oluşumuna ve günümüze kadar gelmesine yardımcı olmuşlardır.

 

Tasavvuf, ruhun terbiye edilmesi, bir öncünün rehberliğinde eğitilerek Allah’a ulaşmak, nefsin kötü huy ve düşüncelere karşı koyabilmesini sağlamak gibi manevi yeteneklere kavuşmayıonur arzular. Tam bir inanma isteği ve teslimiyet arzusu vardır. Dünyevi arzuları bir kenara bırakarak ruh ve beden adeta ahirete teslim olur. Mistik düşünceye göre bu teslimiyet düşünsel anlamda ilginç olmakla birlikte uygulamada yönlendirilmeye de çok müsait olması bakından önemlidir. Kaldı ki birçok akım, tarikat vb yapılandırmada bu görülebilmektedir.

 

Günümüzde tekke ve zaviyelerin yasaklanması laik yönetimler için olmazsa olmaz koşullardan biridir. Klasik anlamda tarikatların müritlerini yönlendirme durumu demokrasi için olumsuz bir durum olacaktır. Bu nedenle bu yapılanmalara tarihsel olarak bakarak incelemek daha faydalı olacaktır.

 

Tasavvuf her ne kadar bu çalışmanın ana konusu olan Felsefe ile aynı doğrunun iki ucu gibi görülse de hem İslam hem de Türk düşünce alanında ciddi bir etkisi olması bakımından önemlidir. Tarikat yapılanmaları günümüz gerçeğinde olumsuz sonuçları yok saymamakla birlikte yüzyıllar boyunca oluşan Sünni/Alevi geleneğin içinde bu düşünürleri bulmak şaşırtıcı değildir. Felsefe tarihinde İslam Felsefesinin geri planda kalmasıyla Tasavvuf da küresel önemini yitirmiş ancak İslam coğrafyasında önemi yüzyıllar boyunca sürmüştür. İslam’ın özgün yorumu ayrı olduğu unutulmadan benzer bir görüş olan Mistik Felsefe ise Ortaçağdan sonra da Batı Felsefesinde etkin olmaya devam etmiştir.

 

Tüm bunların yanında Kelamda olduğu gibi Tasavvufta da Aristoteles çizgisindeki hatta Plotinos ve Yeni Platonculuk düşünesindeki sudur öğretisini de içeren İslam Filozoflarının etkisi yok sayılamaz.

 

İslam Filozoflarına geçmeden önce hem kendi ana düşüncesi hem de tasavvufla bağlantılı olan İmamiye öğretisini de incelemek gerekmektedir.


Yazının diğer bölümleri için tıklayınızFelsefeye bir bakış-Giriş-


Onur Çoban

 Felsefe tarihinin diğer bölümleri için;

Felsefeye bir bakış-Giriş-


Eşarilik ve Matüridilik

  Felsefeye bir bakış

50.Bölüm: Eşarilik ve Matüridilik

Yazan: Onur Çoban

Ehli Sünnet anlayışı 

            Ehli Sünnet terim olarak Hz. Muhammed’in sünnetini yani onun görüşlerini takip eden demek olsa da genel sınıflandırmada sadece Sünniler için kullanılmaktadır. Terim anlamı bakımından hem Sünni hem de Şiiler sünnetin takipçisi olarak görmek hatalı değildir. 

            Genel sınıflandırmaya göre düşünüldüğünde Ehli Sünnet, Sünni siyasi mezhebinin görüşlerini kapsar. Ancak bu isimlendirme aslında daha çok iki kelam mezhebi olan Eşarilik (Eşariyye) ve Matüridilik i içerir. Birçok kişi Selefiliği de bu sınıflandırmaya sokar. 

            Önceki konularda kısaca Fıkıh mezhepleri ve Kelam konusu incelenebilir.

                        Fıkıh

                        Kelam

         Kelam yani İtikadi mezheplerden Matüridilik sadece Hanefiler kabul edilirken, Eşarilik; Şafii ve Malikiler içinde de yaygındır. Günümüzde Hanefi ve Hanbeliler içinde de Eşarilik yaygınlaşmaya başlamıştır. Eşariliğin kurucusu Eşari kendisini Hanbeli olarak görürken, Cüveyni gibi birçok Eşari önderi ise Şafii’ydi. Yine önemli bir Eşari olan Bakillani ise Malikiydi. 

Ehli Sünnet adı da verilen bu iki kelam mezhebi ortak noktalar içerse de farklılıklar da içermektedir. Özellikle Eşari gelenekten gelen ancak başlı başında bir konu olarak incelenecek olan Gazali etkisi ile Eşarilik hızla yaygınlaşmıştır. 

            Ehli Sünnet düşüncesinin kökenleri Sünni ve Şii mezhebinin ayrılması dönemlerine kadar gitse de mezhep haline gelmesi çok daha ileri bir tarihtir. İlk İslam âlimlerinden Hasan Basri, Ebu Hanife, Ahmed bin Hanbel gibi isimlerin görüşleri bu görüşü yavaş yavaş oluşturmuştur. Yine İmam Malik ve Şafii’de Sünni ekolün oluşumunda yer almışlardır. 

Abbasi devrinde bir resmi devlet mezhebi haline gelen Mutezile, diğer mezheplere baskı uygulanmasına neden olmuştu. Mihne Olayı denilen bu dönemde Ehli hadis grubu olarak isimlendirilen bir grubun oluşmasına neden oldu. Hanbeli Mezhebinin kurucusu olacak olan Ahmed bin Hanbel (ki o dönem hadisçiler olarak bilinirler)  Sünni Müslümanlar arasında önemli hale gelmiştir. Mutezilenin güçten düştüğü bu dönemde Haris el-Muhasibi nin görüşleri ise Sufiler içinde güç kazanacaktır. Bu noktada karışıklık olmaması adına ilk dönemdeki bu isimlere Selefi de denmekte ancak günümüzdeki Selefi Mezhebini tam olarak karşılamamaktadır. 

            Bu geçiş döneminde 900’lü yıllarda yaşayan Ebü’l Hasan Eşari (İmam Eşari), Hanbeli düşüncesi üzerinden kendi kelam ekolünü oluşturmuştur. Eşari önceleri Mutezile okuluna mensuptu. Üç kardeş meselesi olarak bilinen anlatıya göre bu ekolden ayrıldı. www.onurcoban.com

Eşari’nin hocası, ünlü mutezile Ebu Ali el-Cübbaidir. İhve-i Selase yani “üç kardeş meselesi” olarak belirtilen olaya göre Eşari, hocasına sorular sorar. Buna göre biri mümin, biri kâfir, diğeri ise henüz çocukken ölen üç kardeşin öldükten sonraki durumunu sorar. Cübbai; birincisinin cennete, ikincisinin cehenneme, üçüncüsünün ise azaptan kurtulmakla birlikte cennete giremeyeceği şeklinde cevap verir. Ancak Eşari, bu durumda üçüncü kardeşin “Rabbim bana ömür verseydin de sana iman ve itaat ederek yaşasaydım ve cennete girseydim. Benim için en uygun olanı yapman gerekirdi.” Şeklinde itiraz edeceğini söyler. Cübbai, Allah’ın söz konusu çocuk için en uygun olanı yarattığını, zira yaşadığı takdirde isyankar olup cehenneme gireceğini söylemiştir. Ancak Eşari, o zamanda ikinci kardeşin, “Allah’ım o zaman beni neden çocukken öldürmedin” şeklinde isyan edeceğini söyler. Hocası tarafından doyurucu bir cevap alamayan Eşari Mutezileyi tek eder. Bu olayın tarihsel gerçekliği tartışmalı olup ilke kez yüzyıllar sonra Fahreddin Razi tarafında Eşari’ye mal edilmiştir. 

Gerçek olup olmasa da yüzyıllarca bu öykü Eşariliğin kurucu anı olarak görüldü. Aynı Hasan Basri’nin “Vasıl bizden ayrıldı” diyerek,  Mutezilenin (ayrılanlar)  kurulma öyküsü gibi. Muhtemelen Eşari, Mutezilenin Kuran’ı mahluk (yaratılmış) olarak görmesi gibi nedenlerle fikirsel ayrılığa düşmüştü. İleride Hanbeli mezhebinin tepkisini de alsa kendisini Hanbeli temsilcisi gören Eşari kendi ekolünü başlattı. Hemen hemen aynı dönemde ancak kilometrelerce uzak bir coğrafya da benzer bir düşünceyi İmam Matüridi başlatacaktı. 

            Eşari’nin öğrencisi Bahili ve onunda öğrencisi Ebu Bekir Bakillani ile bu ekol devam etmiştir. İbn Furek, Abdülkahir El-Bağdadi, İbn Mücahid, Cüveyni gibi isimlerle Eşarilik sistemli hale gelir. 

             Bakillani bu açıdan önemlidir. Şii Büveyhoğulları devletinde Bizans’a elçi olarak gitmiş ve kadı unvanını almıştır. Eşari’nin aksine o İmam Malik’in oluşturduğu Maliki Mezhebini benimsemiştir. 

            İbn Furek, öncelikle Sufilik ve Tasavvufla tanıştı. Gazneli Mahmut zamanında Gazne’ye giderek çalışmalarını burada sürdürdü. Abdülkerim Kuşeyri gibi sufi öğrenciler yetiştirmesi onu aynı zamanda tasavvuf alanında da görülmesine neden olmuştur. 

            Gazali’nin hocası olan İmamül harameyn el-Cüveyni Şafii fıkhının ilk sistematik usulünü yazan kişidir. 

            Eşariliğin bu dönemine Mütekaddimun dönemi de denir. Gazali öncesi olarak bilinen bu dönem 5 ve 11. Yüzyılla arasından kabul edilir. Sonrasından gelen Müteahhirun döneminde de Gazali’nin gölgesinde olsa da Eşarilik devam etmiştir.  Bu ayrımın ortasında Gazali bulunur. İlk kelamcılar felsefe ve mantıktan daha uzaktır. Fıkıhçıların kullandığı kıyas yöntemiyle eserler üretmişlerdir. Daha çok din usullerini tartışır. Sonraki kelamcılar için mantık önemli olmuştur. Her ne kadar felsefecileri sevmeyen Gazali’nin etkisi olsa da, bu dönemde kelam gittikçe felsefeye de benzemiştir. Gazali bu dönemde tasavvuf ile kelamı uzlaştırmaya da çabalamıştır.           

            Bu dönem aynı zamanda Farabi ve İbn-i Sina’nın güçlü olduğu İslam Felsefesi dönemindir. Bu açıdan genel olarak Kelam, Felsefeye daha çok yaklaşmış bu açıdan başta Eşariler ve Gazali bununla mücadele etmiştir. 

            Sonraki yüzyıllarda Eşari geleneği ile kelamla ilgilense de Gazali öncesi gibi salt bir mezhep ekolü olamadı. Bu dönemde Felsefe ile de oldukça içli dışlı olundu. Aynı zamandaonurcoban.com Türklerin siyasi gelişimi ile Matüridilik de güçlendi. Bu dönemdeki isimler sadece Eşari olarak değil Kelamcı olarak da görmek de mümkündür. 



            Fahreddin Razi (ö.1209) Maveraünnehir bölgesinde dersler vermesi nedeniyle Türkler arasından önem kazandı. Sonraki dönemlerde Osmanlı’da bir Fahreddin Razi ekolü oluştu. Farklı görüşlerde olsa da ünlü düşünür ve bilim adamı ve Nasiruddin Tusi, Fahreddin Razi’den etkilenmiştir. 

             Adudüddin İci özellikle Kelam tanımıyla bilinir. Ona göre “Kelâm, kesin deliller getirmek ve ileri sürülecek karşı fikirleri çürütmek suretiyle dinî inançları kanıtlama gücü kazandıran bir ilimdir.” İci çok yönlü bir düşünür olup, Eşarilik ekolüne de uzak değildir. 

            Teftazani, Timur’un isteği ile Semerkant’ta dersler vermiştir. Teftazani özellikle Osmanlı medreselerinden oldukça popülerdir. Timur tarafından protokolden baş sırada tutulduğu bilinir. Anlatılana göre çağdaşı Cürcani ile yaptığı bir tartışmada kaybetmesi üzerine bu protokol sırası elinden alınarak Cürcani’ye verilmiş ve bu olaydan sonra üzüntüyle bir süre sonra vefat etmiştir. Kelam ile felsefeyi ayırmak istese de bunu tam olarak başaramamıştır. 

            Seyyid Şerif el-Cürcani 1300’lerin sonu 1400’lerin başında yaşayan geç dönem bir İslam alimidir. Molla Fenari ile de tanışan düşünür kelamı felsefeyle birlikte yapmıştır. Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak eserleri okutulmuştur.

             Görüldüğüwww.onurcoban.com gibi Gazali sonrası bu gelenek felsefe ile iç içe geçmiş daha genel bir kelam ekolü haline gelmiştir. Ancak Osmanlı medreselerinde bilinçli bir biçimde ön plana getirilmek istenmesi nedeniyle etkisi günümüze kadar gelmektedir. 

            Ehli Sünnet ’in bir başka kolu olan Matüridilik ise Ebu Mansur El-Matüridi tarafından Ebu Hanife çizgisinde ortaya konmuştur. Maveraünnehir bölgesinde yaşayan bir Türk olan Matüridi, Hanefiliği benimseyen birçok Sünni Müslümanın Matüridi kelam ekolüne dahil olmasını sağlamıştır. Eşariler Mutezilenin Basra ekolüne karşıyken, Matüridiler Mutezilenin Bağdat ekolüne karşı olarak ortaya çıkmıştır. 

            Ünlü bir söyleme göre; Kuran’ın Mekke’de inmiş, Mısır’da okunmuş, İstanbul’da yazılmış ve Maveraünnehir’de anlaşılmıştır. 




            Matüridilik sadece nakle önem veren Selefiyye karşıtıdır. Aynı şekilde akla daha çok önem veren ve Felsefeye yakınlığı ile bilinen Mutezileye de mesafelidir. Bu açıdan akılla nakil arası bir dengeyi göz ettiği söylenebilir. Bu açıdan Eşarilik’e göre akla daha yakındır. 

         Matüridi, 900’lü yıllarda yaşamıştır. Ardından gelen Hakim es-Semerkandi bu görüşün yaygınlaşmasını sağlamıştır. Ebü’l-Muîn Nesefi, Nureddin es-Sabuni, Ebu'l Berekat en Nesefi gibi isimler bu ekolü geliştirmiştir. Sonraki dönemlerde Beyazizade gibi isimler bu görüşü sürdürmüştür. 

            Matüridilik’te bilgi kavramı önemlidir. Aklın özel bir yeri vardır. Akıl yardımıyla iyi ve kötü seçilebilir hatta Allah’a ulaşılabilir. İnsanlar akılları yardımıyla Allah’ı bilebilirler. Eğer Peygamberler aracılığıyla Allah bilgisi gelmese bile akılla bunu ulaşmak mümkündür. 

            Bu görüşe göre insan işlediği günahlardan sorumludur. Büyük veya küçük günah işleyen kişi dinden çıkmaz.     

Matüridilik bilgiyi üçe ayırır. Fiziki dünyadaki bilgi duyulardır. Geçmiş ve görülmeyen şeylerin bilgisi ise haber kaynaklıdır. Allah ve Peygamberden gelen haber güvenilirdir. İnsandan gelen haber yalan olma durumu olsa da yine de bilgi açısından önemledir. Bilginin önemli kaynaklarından biri ise akıldır. Düşünme, analiz etme, çıkarım yapma yeteneği Allah’ın bahşettiği ve Kuran’da da önem verdiği bir şeydir. Bu açıdan aklı yok saymak saçmadır. 

Mutezile kelamcıları vahiy bilgisine ihtiyaç duyulsa bile aklın en önemli unsur olduğu savunur. Eşarilik ve Matüridilik ise nakle tasavvuf kadar olmasa da kelam içinde daha fazla önem verirler. 

Bir şeyin iyi ve güzel olması da kelamcıların tartıştığı bir konudur. Eşariler din tarafından yasaklanan şeyleri kötü, gerisinin iyi olduğunu söylerler. Mutezile ve Matüridi geleneği ise güzel ve kötünün akılla bulunabileceğini savunurlar. 

Eşarilerin kesb adı verilen görüşe göre her fiili yaratan Allah’tır. İnsanın bir davranış yapma kudreti değil kesbi vardır. Yani yaratıcıdan aldığı yetki, onay ile bir davranışı yapma durumu... Matüridi gelenek her fiili yaratanın Allah olduğu söyler. Kişiler kesb ile yani yaratılmış olan fiili gerçekleştirmek yönünden sorumludur. Bu açıdan insan sorumsuz değildir. 

Ehlisünnet kelamcıları sıfatların olmasının Tanrının düşünülmesine yaradığı ve olmamasının insan aklının Allah’ı bilemeyeceğini belirtmişlerdir. Bu açıdan sıfatlar daha çok bir araç konumundadır. 

            Mutezileye göre Kuranda geçen Allah’ın elleri ve yüzü gibi ifadeler gerçek değil mecazi bir anlam taşır. Oysa Eşari başta olmak üzere birçok Eşariye kelamcısı bunların gerçek olduğuna inanmalı ancak nasıl olduğunu sormamalıdır diye düşünür.          

            Eşarilik 1200’lü yıllarda İbn Teymiyye ve El-Cevziyye gibi isimlerin muhalefetiyle karşı karşıya geldi. Kendilerine Selefiyye diyen bu grup kimilerine göre Ehli Sünnetin bir parçası kimilerine göre tamamen farklı bir akımdır. 

            Kısaca Selefiyye’den bahsetmek gerekirse; Selefiyye /Selefilik “Selef” yani ilk İslam alimlerinden gelir. Ehli Sünnet mezheplerinin oluşumundan önce henüz sistematik bir mezhep yokken bu görüşe yakın olanlara Selefiyye ismi verilmiştir. Ancak günümüzde ki Selefiyye mezhebi her ne kadar kökenlerini buraya dayandırsa da görüş olarak çok farklı ve uç noktalara gitmiştir. 

            İlk dönem Müslümanlar önce Hz. Muhammed’e daha sonra da onunla aynı dönemde yaşayan Sahabeler danışmaktaydı. Ancak bir sonraki nesilde Hasan Basri, Ebu Hanife, Ahmed Bin Hanbel gibi isimler bu geleneği sürdürse de zamanla ayrı bir akım oluştu. Ahmet bin Hanbel’in izinden giden Hanbeliler içinde Selefi ekol oluşmuştur. 

Yüzyıllar sonra İbn Teymiyye tarafından bu akım sistemleşmiştir. Bu dönemde felsefeden ve tasavvuftan kopma başlıca hedef haline gelmiştir.  Gazali’ye göre 7 temel özelliği vardır: Takdis, Tasdik, Aczi İtiraf, Sükut, İmsak, Keff, Marifet Ehline Teslim. 

Selefiyye, Ehli Sünnet içinde değerlendirildiği olsa da son yüzyıllarda diğer akımlara göre oldukça radikalleşmiştir. Vahhabilik gibi modern versiyonları ve radikal şiddet yanlısı oluşumlarıyla ciddi bir tepki ile de karşılaşmıştır. En yaygın bölgesi günümüzde Suudi Arabistan’dır.           

            Oldukça geniş bir coğrafyaya yayılan bu mezhepler tarih boyunca siyaset alanında da etkin olmuşlardır.www.onurcoban.com 

            Osmanlı öncesi, Sünniliği seçen Türkler arasından Matüridilik ön planda olsa da Osmanlı medreselerine Mısırlı hocaların gelmesiyle Eşarilik ön plana geçmiştir. Devlet yönetiminde ise Selçuklular zamanından beri Eşarilik ön plana çıkarmak istenmiştir. Özellikle Selçuklu veziri Nizamülmülk resmi olarak Eşariliği desteklemiştir. Şafi ve Maliki mezheplerin arasından da Eşariliğin benimsenmesi ile coğrafi olarak Eşarilik daha çok yayılmıştı. Matüridilik daha kısıtlı olarak Hanefi Türkler arasında kalmıştır.

Yazının diğer bölümleri için tıklayınızFelsefeye bir bakış-Giriş-


Onur Çoban

 Felsefe tarihinin diğer bölümleri için;

Felsefeye bir bakış-Giriş-


Mutezile

 Felsefeye bir bakış

49.Bölüm: Mutezile

Yazan: Onur Çoban

Akılcılık ve İslam Düşüncesi

             Yaklaşık 700-1000 yılları arasında altın çağını yaşayan İslam Felsefesini incelerken karşımıza Kelam ve onun akılcı yönünü vurgulayan Mutezile çıkmaktadır. Bir dönem resmi İslam İtikat Mezhebi olan günümüzde ise neredeyse yok olmuş olan bu düşünce geleneği akla verdiği önemle hatırlanır. 

İçerik olarak farklı olsa da tarihsel gelişim adeta Pozitivizmi andırır. Her ikisi de dönemi için ilerici, bilimsel ve akılcı bir akım yaratmıştır. İkisi de zamanla “tek doğru” olduğunu iddia etmiş ve bu nedenle baskı kurmuş, diğer görüşleri dışlamıştır. Yine her ikisi de yıllar sonra hem karşı durdukları akıl ve bilim dışı çevrenin nefretini kazanmış hem de savundukları bilimcilerin karşı durduğu bir akım olmuştur. Bu nedenle, her ikisini de tarihsel döneminde objektif bir biçimde incelemek daha doğrudur. Mihne olarak isimlendirilen döneme geçmeden önce kısaca Mutezile ye bakalım… 

İslam Felsefesi önceki bölümde de anlatıldığı gibi bir anda gerçekleşmemişti. Onunla birlikte Kelam ve Tasavvuf gibi farklı düşünsel hareketler felsefenin adeta öncüsü/yancısı olmuşlardı. Her ne kadar felsefenin akılcı anlayışına göre az veya çok farklılıklar içerse de bu ilimler de düşünce alanında oldukça etkin olmaları bakımında incelenmesi gerekmektedir. 

İslam Düşünce geleneğinin üç ana kolundan biri olan Kelam; akla verdiği önemle dini inanç konularını açıklama ve temellendirme anlayışı güden bir ilimdir. Fıkıh ilminden ayrılarak ve ondan kıyas yöntemini alarak bağımsız bir disiplin haline gelmiştir. Diğer iki düşünce geleneğinden akıl ile nakil konusundaki duruşuyla da ayrılır. 

İslam Düşüncesinin 3 temel ilmi olduğu kabul edilir. Tasavvuf iman ve vahiy bilgisine önem verir. Felsefe ise akla dayalı düşünceyi kabul eder. Kelam ise bu ikisinin adeta ortasında gibidir. Bu açıdan Kelamcılar zaman zaman her iki taraftan da eleştiri almışlardır. Akıl konusunda felsefeye daha yakın olan kelam, dini referans alması bakımından ondan ayrılır. Elbette İslam Felsefe geleneğinde dinin önemi tartışılmaz ancak yine de konu ve yöntemleri bakımdan İslam felsefesi, eski yunanwww.onurcoban.com felsefe geleneğinden beslenirken Kelam İslam’da daha içten ortaya çıkmış olan bir düşünce geleneğidir. Ancak zamanla felsefeye de benzerlik göstermiştir. Zamanla farklı kelam ekolleri ortaya çıkmıştır.

     Mutezilenin ortaya çıkışı bir hikaye ile anlatılır. İlk İslam düşünürlerinden Hasan-ı Basri, Basra’da bulunan okulunda dersler vermektedir. Büyük günah işleyenlerin durumunun tartışıldığı bir derste talebelerinden Vasıl bin Ata “Büyük günah işleyen ne mümindir ne de kâfirdir, fasıktır” diye cevap verir. Ancak bu görüşü Hasan-ı Basri kabul etmez. Bunun üzerine Vasıl bin Ata ve yandaşları orayı terk eder. Hasan Basri bunun üzerine “Vasıl bizden ayrıldı” der. Mutezile “ayrılanlar” manasına gelir.

 Vasıl bin Ata 700’lü yıllarda yaşamıştır. Onun döneminde kelam ekolleri yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Hocası olan Hasan-ı Basri, siyasi kargaşadan uzak olan Basra’da bir eğitim çemberi oluşturmuştu. Bu çemberde eğitim görse de “Büyük Günah” ayrışması sonrası kendi eğitim çemberini oluşturdu. Bu dönemde yanında Amr Bin Ubeyd bulunuyordu. Vasıl, Bin Ubeyd’in kız kardeşi ile evlenmişti. R harfini söyleyemediğinden içinde r harfi olmadan konuşmalar yaptığı buna rağmen oldukça etkili bir hatip olduğu söylenir. Dirar bin Amr’ın hocasıdır. Birçok öğrencisini farklı coğrafyalara gönderdiği bilinir. 

Vasıl Bin Ata, Mabed el-Cüheni ve Cehm bin Safvan gibi kendi akımlarını oluşturan ilk kelamcıları da tanıdı. Sonunda Mutezile denilen kelam mezhebinin kurucusu sayıldı. Onun en önemli görüşü fasıktır. Eğer bir mümin günah işleyip ölürse, tövbe ederek de affedilmediyse cehennemde kalacaktır. Ancak bir kafir gibi ağır cezada çekmeyecektir. Bu adeta bir ara durumdur. 

Vasıl bin Ata’dan sonra yakın arkadaşı Amr Bin Ubeyd bu ekolün lideri olur. İslam Felsefesinin de oluşmasında büyük önemi olan tercüme hareketleriyle çağdaş olan Ebü’l Hüzeyl el-Allaf (el-Allaf/ Hudhayl) bu hareketin geniş kitlelere yayan kişi olarak bilinir. Ebü’l Hüzeyl, Allah’ı, iyiyi ve kötüyü akılla bilinebileceğini belirtir.www.onurcoban.com 

800’lü yılların ilk yarısında yaşayan Nazzam, Abbasi halifeleri zamanında yaşamıştır. Hem Ebü’l Hüzeyl ’den hem de İmamiye ekolünün öncülerinden Hişam Bin Hakem’den etkilenmiştir. Ona göre bölünemeyen bir temel parça (atom) yoktur. Her şey sonsuza kadar bölünerek ilerler. Ayın yarılması gibi mucizeler yoktur. 

El-Fuvati olarak bilinen Hişam bin Amr ve öğrencisi Abbad bin Süleyman es-Saymeri gibi isimlerle bu ekol devam eder. 

Cahız, Mutezilenin Basra ekolünün önemli isimlerinden biridir. Arap edebiyatının da önemli isimlerinden birisi olarak görülür. 

El-Cübbai, mutezilede baba ve oğul olarak önemli iki isimdir. Baba Ebu Ali el-Cübbai, yine önemli mutezile kelamcısı Şahham’dan ders almıştır. Öğrencisi olan oğlu Ebu Haşim el-Cübbai’nin görüşleri Behşemiyye olarak bilinir. En ünlü görüşü Ahval Teorisidir.

 Baba Cubbai’nin bir başka öğrencisi ise bir zamanlar mutezile kelamcısı olup “üç kardeş meselesi” ile onlardan ayrılarak kendi mezhebini kuran İmam Eşari’dir. 

Mutezilenin etkisini kaybettiği dönemde yaşayan Kadı Abdülcabbar’ın en önemli özelliği kendinden önceki isimleri ayrıntılı anlatmasıdır. Onun sayesinden tarihsel bilgileri de elde etmekteyiz. 

Mutezilenin Bağdat ekolü Bişr bin Mutemir in kurduğu kabul edilir. Öğrencileri Sümame bin Eşres, Ebu Musa el-Murdar gibi isimler dönemin etkin kişileridir. Murdar’a “Mutezilenin rahibi” yakıştırması yapılmıştır. Bişr’in öğrencilerinden özellikle İbn Ebu Duad halifeyi ciddi bir biçimde etkilemiştir. Mutezilenin en çok eleştirildiği Mihne dönemi de en güçlü olduğu bu zamanda olmuştur. 

Cafer bin Mübeşşir, Cafer bin Harb, Ebu Cafer el-İskafi, Ebü’l Hüseyin el-Hayyat, Belhi şehri ile de hatırlanan Kabi gibi isimlerle bu ekol devam etmiştir. Diğer Mutezile alimlerince çok eleştirilen Dirar bin Amr ve Selçuklular döneminde yaşamış olup mutezile ekolünün son temsilcilerinden olan Zemahşeri diğer mutezile kelamcılarına başka örneklerdir. 

Görüldüğü gibi çok sayıda önemli isim Mutezilenin gelişmesine katkıda bulunmuştur.www.onurcoban.com Hem Vasıl bin Ata zamanı hem de Abbasi Halifelerinin telkinleriyle ilerleyen dönemlerde Çin’den Bizans’a kadar çok sayıda kişi bu düşünceyi yaymaya çalışmıştır. 

Bu açıdan Mihne dönemi ilginçtir. Akılcılık vurgusu yapan bu kelam mezhebi Abbasiler döneminde resmi ideolojinin himayesine girmesi adeta baskıların da kaynağı durumuna geldi. Farklı görüşteki birçok din adamı ve düşünür sürgün, hapis ve idamları yaşadı. Bu açıdan Sünni ve Şii dünyasından tepki topladı. 

Mutezile Vasıl’dan sonra gelen Amr bin Ubeyd zamanından beri Abbasi Halifelerinin dikkatini çekmiştir. Her ne kadar Halife Mansur, Amr bin Ubeyd’in dostu olsa da Amr özel bir ayrıcalık istemediği ve siyasetten uzak durduğu kabul edilir. İlerleyen yılarda ise Halife Memun zamanında yükselişe geçtiler. Halife özellikle Şii ve Ehli-Sünnet akımlarına karşı bilinçli olarak Mutezileyi desteklemiştir. Aynı Türkleri, İran ve Araplara karşı desteklemesi gibi… 

 Mutezile kelamcılarından Bişr bin Mutemir, Sümame bin Eşres ve İbn Ebu Duad zamanında bu mezhep halifeliğin adeta resmi mezhebi haline gelmiştir. Ebu Duad bu dönemde özellikle güçlüydü. Bu resmilik zamanla diğer mezheplere baskıyı da beraberinde -onurcoban- getirdi. Mihne adı verilen bu dönemde hem sünni hem de şii birçok din adamı baskı gördü. Halife Mutasım döneminde de bu güç devam etse de Halife Mütevekkil döneminde destekleri kaybettiler. Zamanla Eşarilik ve Matüridilik akımları güçlendi. İbnü'r Ravendi gibi bazı isimler Şia’ya katıldı. Mihne döneminin etkisiyle mutezile yaygınlığını kaybetti. 

Abbasilerin güç kaybetmesi ve Büveyhoğullarının iktidarı almasıyla Mutezile Kelamcıları kısa bir süre yeniden güçlendiler. Bu dönemde hem bir mutezile hem de vezir olan Sahib bin Abbad’ın nüfusu ile bu görüş yeniden öne çıktı. Son dönem isimlerde Kadı Abdülcabbar bu dönemde önemli mevkilere geldi. Ancak Abbad’ın ölümü sonrası yeniden nüfuslarını kaybettiler. 

Selçukluların bölgeye hakim olması ve Türklerin Eşarileri yönetimden uzaklaştırmasıyla Mutezile kelamcıları önemli mevkilere getirildiler. Sultan Alpaslan döneminde dönemin güçlü ismi vezir Nizamülmülk Eşariliğe özel bir önem verdi. Gazali gibi isimlerin de telkinleriyle bu mezhep baskın duruma geldi. Bu durum zamanla Mutezileyi Sünnilik içinde uzaklaştırdı. Yemen gibi bazı coğrafyalarda Şiilik ile Mutezile arasından bir kesişme oldu. 

Mutezilenin 5 temel ilkesi bulunur. Usul-i Hamse denilen bu beş ilke şunlardır: 

Tevhid, Adalet, Va’d ve Va’id (Ödül ve Ceza vaadi), El Menzile beyne’l-menzileteyn (iki konum arasında üçüncü konum) ve Emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker (iyiliği emredip ve kötülükten sakınmak) Mutezilenin Basra ve Bağdat gibi farklı iki ekolü de olsa bu beş temeli kabul etmeyen mutezileden sayılmazdı. 

            Tevhid, Allah’ın bir ve tek olduğunu kabul etmektir. Bu Mutezile için tartışmasız bir konudur. Düşünce sistemlerinin başına bunu koymaları felsefe ile kelam arasındaki farklara bir örnektir. Mutezile kelamcıları özellikle Allah’ın sıfatları olup olmaması veya onların neler olduğu konusu üzerinde durmuşlardır.

             Adalet, kavramına göre güzel ve iyi olan Allah’tan gelir. Kötülük ise insan kökenlidir. Kötü olanın Allah’tan geldiği düşüncesi hatalıdır. Burada özgür irade kavramı önemlidir. Kişi kötülüğü kendi özgür iradesiyle yapmış olduğu seçimler sonucu oluşur. Eğer özgür irade olmasaydı adalet kavramı da anlamsızlaşır. Mutezile, Cebriye ve Kaderiyenin ortasında gibidir. Onlara göre özgür irade olmasa tercih yapılamaz. Bu da Allah’ın sunmuş olduğu ödül ve ceza sistemine uymaz. Adalet kavramı burada önemlidir. İnsanlar yapmış olduğu fiillerle adil bir yaratıcı tarafından ödül veya ceza alacaklardır. Allah insanlara tüm seçenekleri sunar. İyi veya kötüyü seçmek bireyin sorumluluğundadır.

             Ödül ve Ceza vaadi, Allah gelecekte insanlar için vad veya vaid yani ödül veya ceza vereceğini bildirir. Kişiler bu dünyada yaptıkları sevap veya günahlara göre ödül veya ceza alacak, cennet veya cehenneme gideceklerdir.

             İki konum arasındaki üçüncü konum, Mutezilenin de ortaya çıkmasına neden olan Fasık meselesidir. Onlara göre Büyük Günah İşleyen bir mümin kafir sayılamaz. Ancak bir mümin gibi de konumlandırılamaz. Onlara Fasık adı verilir. Mürcie kelamı büyük günah işleyeni de mümin sayılacağını, Hariciler ise onları kafir sayılması gerektiğini savunur. Mutezile adeta orta bir konumu işaret ederek fasıkların da cehenneme gitse bile kafirler derecesinde bir ceza almayacağını söylerlerdi.

             İyiliği emredip, kötülükten sakınmak, her Müslümanın görevidir. Adaleti yaygınlaştırma, iyilik için mücadele etme, İslam dinini yayma yöneticiler kadar inananların da bir görevidir. Bu nedenle birçok Mutezile kelamcısı o dönemde bilinen coğrafyada sürekli gezmişlerdi.

             Akla verdikleri önemle dikkat çeken bu kelamcıların birçoğu Kindi gibi İslam Filozoflarıyla da çağdaştır. Bir dönem baskın İslam görüşünü sahiplense de hem Sünni hem de Şii çevrelerde adeta istenmeyen adam konumuna düşmüşlerdir. Şiilik için de bir dönem varlıklarını devam ettirseler de günümüzde etkisi tamamen kaybolmuş gibidir. Ancak İslam düşüncesine aklı dahil etmeleri sayesinde önemlidirler.

Yazının diğer bölümleri için tıklayınızFelsefeye bir bakış-Giriş-


Onur Çoban

 Felsefe tarihinin diğer bölümleri için;

Felsefeye bir bakış-Giriş-


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...