Tasavvuf

   Felsefeye bir bakış

51.Bölüm: Tasavvuf

Yazan: Onur Çoban

İslam’ın özgün Mistik Düşüncesi

 

İslam coğrafyasında düşünce patlamasının yaşandığı Ortaçağ’da genel olarak 3 önemli bölümden söz edilir. Bunlar Tasavvuf, Kelam ve Felsefedir. Tasavvuf veya Sufizm mistik bir düşünce olarak vahiy, nakil bilgisine akıldan daha çok önem verir. Kelam vahiy bilgisine özel bir önem verse de aklı yoğun bir biçimde kullanır. Daha geç bir tarihte yükselişe geçen İslam Felsefesinde ise öncelikli olan akıldır.

 

Tasavvuf adeta İslam düşüncesinin orijinal bir yorumu olmuştur. Her ne kadar Hristiyan veya laik mistik akımlarla ortak noktaları olsa da tasavvuf birçok açıdan özgündür. Yüzyıllar boyunca tasavvuf düşünürleri yani Sufiler hem bireysel hem de tarikatlar yoluyla İslam coğrafyasını olumlu/olumsuz anlamda derinden etkileşmiştir.

 

Geleneksel olarak özellikle İslam’ın Altın Çağı olarak bilinen 700-1200 yılları arasındaki dönemde Tasavvuf akımları daha çok Sünni Tasavvufu olarak incelenir. Ebetteki bu hem o dönem hem de sonraki dönemler için eksik bir tanımlamadır. Yine de tarikat yapılanmasının günümüzdeki gelişimi baz alındığından bu bölümde daha çok Sünni Tasavvufu ele alınacaktır. Şii Tasavvuf anlayışı ise farklı bir bölümde İmamet konusunda ele alınacaktır.

 


Sufiler tarih boyunca daha çok Sünni Mezheplerde görülse de Şii Mezheplerde de birçok Tasavvuf akımları var olmuştur. Ancak Şii Düşüncesinin her ne kadar farklı mezhepleri olsa daonur adeta tek bir yol” üzerinden yürümesi ve tarih boyunca oluşan Sünni tarikatların Şiilerle olan mücadelesi ile adeta Şii Tasavvufu daha geri planda kalmıştır. Kendisini Sünni olarak gösteren birçok tarikatta Şii etkisini görmek de mümkündür. Bir diğer önemli nokta da; neredeyse tüm tarikatlar silsilesini Hz. Ali’ye (kimileri de Hz. Ebubekir’e) veya bu soydan gelen İmamlara bağlar. Tarikat yapısına bağlı olmayan Uveysi Tasavvufçuları (ki bu isim Veysel Karani’den gelir) Şii tasavvufuna örnek olarak da gösterilebilir. (Dipnot olarak Uveysiler Sünnilikte de çoktur)

 

Yine unutulmamalıdır ki özellikle Anadolu’da 1200’lü yıllardan sonra birçok eren ve derviş bulunmuş ve bunların önemli bir bölümü Aleviliğin oluşumunda da etkin rol oynamıştır. Sufi olarak da kabul edilen Hacı Bektaş ve onun kurduğu Bektaşilik tarikatının da tasavvufun bir parçası olduğu unutulmadan incelemeye devam edelim.

 

Tasavvuf yolunda ilerlemeye çalışan kişilere Mürit ve Mutasavvıf denir. Bu yolda başarılı olan kişilere ise Sufi denir. Bu isimlendirme İslam’ın ilk dönemlerinde bulunmaz. Sufinin kelime kökeni olarak birçok görüş (temizlik vs.) olsa da en yaygınonurcoban.com görüşlerden biri “yün”  kelimesidir. Sufilerin yün bir hırka ile dolaşması bu kelimenin kökeni olarak düşünülür. Biruni gibi isimler ise Sufinin, Filozofun da kökeni olan Yunanca Sophia / Bilge’den geldiğini öne sürer. Bu düşünceye, Sophia ve Tasavvuf kelimelerindeki S’nin Arapça farklı harflerde (Sin ve Sad) yazılması nedeniyle karşı çıkılır.

 

Sufilerin düşüncesine genel olarak Tasavvuf adı verilir. Bu homojen bir düşünce değil çok sayıda Sufi ve tarikatın benzer ve farklı görüşlerini içeren genel bir ifadedir. Genel olarak Tasavvuf düşünürleri vahiy düşüncesine akıl yürütmeden daha çok önem verir. Bu açıdan İslam Filozoflarından ayrılmaktadırlar. Ayrıca daha ortada duran Kelamcılarla da çoğu kez karşı karşıya gelmişlerdir. Sufilerin çoğu zaman bu dünyayı yok sayma eğilimleri, siyasi otoritelerin de desteği alan Kelam akımları ile zaman zaman çelişmiştir.

 

Tasavvuf, özünde İslam Dinini anlama, onun güzel ahlak anlayışını benimseme, Allah’a ulaşma amacını güder.

 

Tasavvuf veya Sufizm tarih sahnesinde Bağdat Okulu ve Horasan Okulu olarak kendini göstermiştir. Her ne kadar öncesinde benzer düşünürler olsa da ilk Sufi Bayezid Bestami olarak görülür. Şatahat adı verilen özdeyişleri ile neredeyse tüm tasavvufçuları etkilemiştir. Farklı yerlerde olduğu gibi Hatay’da da bir türbesi bulunan Bestami, Hakk’a olan sevgi ile ona ulaşma çabasındadır.onurcoban.com

 

En büyük Sufilerden görülen Cüneyd-i Bağdadi (Cüneyd el-Bağdadi) 909 yılında vefat etmiştir. Haris el Muhasibi, dayısı da olan Seri es-Sakati gibi isimlerden ders almıştır. Tasavvuf konusunda genel bir otorite kabul edilmesi nedeniyle “Mutasavvıfların Üstadı” ünvanlıyla anılır.

 

Hakim et-Tirmizi özellikle velayet kavramı üzerinde düşünmüştür. Şii düşüncesinde de olduğu gibi, İslam Peygamberi sonrası manevi açıdan seçkin kişilere özel bir velayete sahip olabileceğini belirtir. Bu açıdan imamet öğretisine benzer bir düşünce sunar.

 

En ünlü Sufilerden biri Mansur el-Hallac (Hallac-ı Mansur)’tır. Görüşlerinin dikkat çeken yönü dışında; tutuklanması, yargılanması ve ölümü ile hem o çağda hem de sonraki yüzyıllarda üzerinde konuşulan biri olmuştur. Mansur El-Hallac, Sehl-et Tüsteri ve El-Mekki gibi tasavvuf ehlilerinden dersler almıştır. Ünlü Sufi Cüneyd’le de tanışmış ve “hırkasını” onun elinden giymiştir. Daha sonraki dönemde Ünlü İslam Filozofu Razi ile de tanışmıştır. Bu dönemde ünü tüm İslam coğrafyasına erişir.

 


Hallac-ı Mansur, gittiği yerlerde Allah’a olan “aşkı” vurguluyor insanlara düşünceleri anlatıyordu. Gittikçe taraftar bulması zamanla dönemin yöneticilerinin de tepkisini çekti. Hallac’ın düşünceleri zamanla Tüm Tanrıcılık / Panteizm olarakwww.onurcoban.com suçlanmaya başlandı. Tasavvuf dışında kalan Kelam düşünürleri onu eleştiriyor, diğer Sufiler ise uzak durmaya çalışıyordu. Bu dönemde Şii düşünürlerde ona karşı çıkmıştır.

 

Neredeyse farklı tüm grupların tepkisini çeken Hallac için, İbn Davud’dan -ki kendisi de önemli bir düşünürdür, öldürülmesinin meşru olduğuna dair fetva alınır. Abbasi vezirinin korumasıyla idam edilmese de tutuklanır. Ancak uzun yıllar hapis yattıktan sonra yeni bir vezir tarafından yeniden fetva alınır. Bunun sonunda idam edilerek adeta bir tasavvuf şehidi konumuna yükselir.

 

Hallac’ın düşünceleri, yüzyıllar sonra İbn Arabi ve öğrencisi Sadreddin Konevi’nin Vahdet-i Vücud öğretisine çok benzer. Hallac’da henüz tam sistematik hale gelmeyen bu düşünce, Tasavvufun en çok tepki çeken ancak belki de onu en çok etkileyen düşüncesidir. Bu görüş her şeyin kaynağının Allah olduğu, hatta Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığını savunan bir tasavvuf düşüncesidir. İlk başta Panteizm ile karıştırılır. Hallac, henüz çok temel olan bu düşüncesini anlatmak için Ene'l-Hakk, yani “Ben Allah’ım” ifadesi kendi durumunu daha da kötüleştirmiştir.

 

Bu söz, kimileri kızgın bir tepki ile kimileri de bilinçli olarak çarptırarak Hallac’ın kendini Allah yerine koyması olarak anlaşılmıştır. Oysaki burada kastedilen; kendisinin bile var olmadığı, canlı cansız her şeyin yaratıcının bir parçası olduğu, her şeyin adeta onun içinden çıktığıdır. Bu düşünceye göre doğa, insan, hayvan hatta Hallac bile Allah’ın bir parçasıdır.

 

Vahdet-i Vücud, İbn Arabi konusuna daha detaylı açıklanacaktır. Kısaca bu düşüncenin, daha materyalist özellik gösteren ve bir yaratıcıdan çok evrenin, doğanın, enerjinin her şey olduğunu savunan panteizme benzediği ancak özünde temel bir fark olduğu bilinmelidir. Panteizmde “akıllı bir yaratıcı” olmak zorunda değildir. Evrendeki her şey aslında Tanrıdır. Her şey birdir. Vahdet-i Vücud ‘ta ise akıllı ve bilinçli bir yaratıcı, özel olarak Allah vardır. Evrendeki her şey birdir. Ancak hepsi Allah’tan gelmiştir.

 

Ene'l-Hakk günümüzde dahi tepki görebilecek bir düşüneyken Ortaçağ’da idama götürebilecek bir düşünce olması şaşırtıcı değildir. Hallac’tan sonra tasavvufçular bir süre Kelam ve Felsefecilerin gerisinde kalır. Bu düşünce de uzun bir uyku dönemine girer. Bir süre Bakli, Hallac’ın düşünceleri sürdürmeye devam etmiştir.

 

Tüm İslam düşüncesinde olduğu gibi Tasavvufta da büyük değişimi Gazali başlatmıştır. Onun Felsefeye karşı Tasavvufu savunması ve başta Eşari Kelam düşüncesinin İslam’ın baskın Sünni düşüncesi olmasıyla Tasavvuf yeniden ön plana çıkmıştır.  Gazali’nin kardeşi Ahmed Gazali, öğrencisi Hemedani, Adem-i Senai, Ruzbehan, gibi isimlerle tasavvuf devam eder.

 

Klasik Tasavvuf döneminin sona ermesi ile Anadolu’da yeni bir döneme geçildi. Sünni ekolü Osmanlı Medreseleri aracılığıyla baskın duruma gelirken bir yandan da Anadolu’da Bektaşiler gibi birçok derviş ve erenler üzerinden etkin bir döneme geçildi.

 


 Vahdet-i Vücud düşüncesiyle İbn Arabi, Sadettin Konevi gibi isimler Sünni Tasavvufunda baskın duruma gelir. Özellikle bir zamanlar idama kadar götüren Vahdet-i Vücud görüşü Osmanlı medreselerinde ders kitaplarına girecek kadar önemli olur. Bu dönemlerde medreselerde de yetişen birçok Kelamcı, hem felsefe hemonurcoban de tasavvuf ile ilgili eserler verir. Yine Eşari ve Matüridi Kelamcılar, bu dönemde Tasavvuf ile Felsefeyi iç içe geçirirler.

 

Yine felsefe alanında da önemli bir akım olan İşrak Felsefesi ve onun kurucusu kabul edilen Sühreverdi, Felsefe ile Tasavvufun adeta bir uyumu olacaktır.

 

Tasavvuf günümüzde de önemli bir İslam geleneğidir. Bu gelenek yüzyıllardır olduğu gibi tarikatlar şeklinde kendi göstermiştir. Tarikat ’in kelime anlamı yaklaşık olarak “gidilecek olan yoldur” Hem klasik dönemde hem de Osmanlı tarikat yapılanmasında birçok Sufi, tarikatlar olmadan tasavvuf hakikatine ulaşamayacaklarını düşünüyorlardı. Özellikle Sünni tarikatlar Anadolu’da hızla arttı. Ayrıca Kalenderiyye gibi Batini olarak görülen tarikatlar da mevcuttu. Bektaşilik gibi tarikatlarda özellikle Anadolu’da aktifti.

 

 Tarikatlar yüzlerce yıl İslam’ın yayılması ve gelişimi için önemli olsa da zamanla siyasi yapılanmalara da dahil olmaları kaçınılmaz oldu. Osmanlı’nın son dönemlerinde Bektaşi gibi Yeniçerilerde yaygın olan tarikatlar yasaklandı. Cumhuriyetle birlikte ise tekke ve zaviyelerin kapanmasıyla tarikatlarda yasal statülerini kaybetti. Son yüzyılda olumsuz anlamda birçok eylemde ön plana da çıktılar. Günümüzde tarikat yapılanması çok büyük oranda tamamen Sünnileşmiştir.www.onurcoban.com

 

 


Çoğu tarikat silsile üzerine kendini savunur. Şii’ler gibi Sünni birçok tarikat da silsilenin başlarına çoğunlukla Hz. Ali’yi koyar. Ahmed Yesevi önemli bir isimdir. Divan-ı Hikmet adlı ünlü kitabıyla da tanınan ve Horasan bölgesinde Türkler içinde İslam’ın yayılmasına yardımcı olan bu kişi hem Sünni hem de Alevi birçok akımın da öncüsü olması bakımdan önemlidir. Örneğin Yesevi dervişlerinden Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu’ya gelerek kendi adıyla anılan Bektaşiliğin Piri olmuştur. Alevi kültürün en etkin unsuru olan Bektaşilik, Sünni yönetimi benimseyen Osmanlı’nın en güçlü ordusu olan Yeniçerilerin de resmi görüşü olması bakımından önemlidir. Sünni ekolde ise güçlü bir tarikat olan Nakşibendilik kökenlerini yine Yeseviliğe bağlar. Bu açıdan birbiriyle farklı olan iki görüşün özellikle Türkler söz konusu olduğunda Yesevi inancıyla ortak noktası olduğu gözükmektedir.

 

Yine Mesnevi adlı eseriyle günümüzde de önemli olan Mevlana, Türkçe yazdığı şiirlerle bir halk ozanı olan Yunus Emre,  Osmanlı döneminin ünü tasavvufçularından Hacı Bayram-Veli gibi isimler özellikle Anadolu’da etkin olmuştur. Türklerin de İslam yayılmasında yardımcı olan bu düşünürler, hem Sünni hem Alevi kültürlerin oluşumuna ve günümüze kadar gelmesine yardımcı olmuşlardır.

 

Tasavvuf, ruhun terbiye edilmesi, bir öncünün rehberliğinde eğitilerek Allah’a ulaşmak, nefsin kötü huy ve düşüncelere karşı koyabilmesini sağlamak gibi manevi yeteneklere kavuşmayıonur arzular. Tam bir inanma isteği ve teslimiyet arzusu vardır. Dünyevi arzuları bir kenara bırakarak ruh ve beden adeta ahirete teslim olur. Mistik düşünceye göre bu teslimiyet düşünsel anlamda ilginç olmakla birlikte uygulamada yönlendirilmeye de çok müsait olması bakından önemlidir. Kaldı ki birçok akım, tarikat vb yapılandırmada bu görülebilmektedir.

 

Günümüzde tekke ve zaviyelerin yasaklanması laik yönetimler için olmazsa olmaz koşullardan biridir. Klasik anlamda tarikatların müritlerini yönlendirme durumu demokrasi için olumsuz bir durum olacaktır. Bu nedenle bu yapılanmalara tarihsel olarak bakarak incelemek daha faydalı olacaktır.

 

Tasavvuf her ne kadar bu çalışmanın ana konusu olan Felsefe ile aynı doğrunun iki ucu gibi görülse de hem İslam hem de Türk düşünce alanında ciddi bir etkisi olması bakımından önemlidir. Tarikat yapılanmaları günümüz gerçeğinde olumsuz sonuçları yok saymamakla birlikte yüzyıllar boyunca oluşan Sünni/Alevi geleneğin içinde bu düşünürleri bulmak şaşırtıcı değildir. Felsefe tarihinde İslam Felsefesinin geri planda kalmasıyla Tasavvuf da küresel önemini yitirmiş ancak İslam coğrafyasında önemi yüzyıllar boyunca sürmüştür. İslam’ın özgün yorumu ayrı olduğu unutulmadan benzer bir görüş olan Mistik Felsefe ise Ortaçağdan sonra da Batı Felsefesinde etkin olmaya devam etmiştir.

 

Tüm bunların yanında Kelamda olduğu gibi Tasavvufta da Aristoteles çizgisindeki hatta Plotinos ve Yeni Platonculuk düşünesindeki sudur öğretisini de içeren İslam Filozoflarının etkisi yok sayılamaz.

 

İslam Filozoflarına geçmeden önce hem kendi ana düşüncesi hem de tasavvufla bağlantılı olan İmamiye öğretisini de incelemek gerekmektedir.


Yazının diğer bölümleri için tıklayınızFelsefeye bir bakış-Giriş-


Onur Çoban

 Felsefe tarihinin diğer bölümleri için;

Felsefeye bir bakış-Giriş-


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...